Böyle şey olmaz. Olamaz. Ama oluyor. Oldu.
Geçtiğimiz günlerde bir sosyal medya paylaşımıyla internette dolaşmaya başlayan bir şiddet vakası çevremizdeki birçok insanın kanını donduracak nitelikteydi. Kendisi de müzisyen olan bir genç kadın, müzisyen eski erkek arkadaşı tarafından darp edildiğini, kolunun kırıldığını, gözünün morardığını beyan etti ve bunu fotoğraflarla destekleyerek sosyal medyada paylaştı. İnfial kaçınılmazdı, süratle geldi ve saman alevi gibi yayıldı. Ama çıkan seslerde, yazılan ve söylenenlerde yeni hiçbir şey yoktu. 'Yeni' derken, daha önce yaratıcı sektörlerde yer alan çok / orta / az ünlü seviyedeki erkeklerin genellikle benzer işler yapan kız arkadaşlarına / sevgililerine / eşlerine uyguladıkları şiddet olaylarının açığa çıkmasına verilen tepkilere nazaran yeni bir şey olmamasını kastediyorum. Bu önemli, çünkü kanımca infiale sebep olan olaylardaki örüntünün değişmesinin tek yolu olaylara verilen tepkilerin değişmesinden geçiyor.
Değişmesi gereken tepkilerin değişebilmesi için de öncelikle bakış açısının değişmesi gerekiyor. Şarkılarını dinlediğiniz, konserlerine gittiğiniz, gitmekle kalmayıp konserlerinde kendinizden geçtiğiniz bu insanların o konsere gitmek için bindiğiniz taksinin şoföründen, içeride pahalı olduğu için biranızı önden aldığınız köşedeki tekelin sahibinden pek farkı olmadığını anlamaktan geçiyor. Buradaki 'pek' önemli, biliyorum, ama pek de farkı yok aslında işte. Mesele de buradan kopuyor zaten.
Bunu biraz açmak ve deşmek gerekiyor, çünkü hoşunuza gitse de gitmese de hoşlanmaktan yerlere göklere koyamadığınız, kalbinizin biricik köşelerinde yaşattığınız o 'insanüstü' insanları 'insanaltı'na çekerek onlarla hemzemin olmanızı gerektiriyor. Bir müzisyenin, yönetmenin, oyuncunun, ressamın sevgilisine uyguladığı şiddet neden sizi daha fazla şaşırtıyor, üzüyor, hatta hayal kırıklığına uğratıyor, hiç düşündünüz mü? Bu insanları, yalnızca meslekleri ve yarattıkları eserlerden ötürü tepesine oturtup heykelleştirdiğiniz kaidelerin soğuk yüzeylerinin yansıması olabilir mi bu huzursuzluk hissinin sebebi?
Son zamanlarda – ve nihayet – eserle onu yaratan arasındaki ilişki, eserle onu deneyimleyen (okuyan, seyreden, dinleyen…) arasındaki ilişki, eseri yaratan kişinin kişiliği gibi çok önemli konular epeyce konuşulmaya başladı. Bunlar dünyada, özellikle Batı’da, bir süredir derinlemesine irdelenen ve sorgulanan meseleler olsa da bazı şeylerin ülkemize intikali mevzuya veya ürüne göre 1 ila 15 yıl aldığından bizde son zamanlarda yeni yeni konuşuluyor; normaldir. Sosyal medya olmasaydı muhtemelen Cumhuriyet’in ancak 125. yılında farkına varılırdı ama O’nun öyle bir yılı olacak mı o da meçhul, malum. Üzücü olan şu ki, bu konuların anlaşılmaya başlamasına önayak olan olaylar genellikle o yaratıcı kişilerin bin bir türlü rezillikleri. Daha doğrusu o rezilliklerin o veya bu şekilde alenileşerek birdenbire kamu meselesi haline gelivermeleri; yoksa rezillikler sürgit.
Bu yazı, yaşanan olayın zaten muhtemelen çoktan haberdar olduğunuz detaylarını yeniden üreten söylemi desteklemek için yazılmıyor. Öznel adalet terazisi kurup kim haklı kim haksız diye yargı dağıtmak amacıyla da yazılmıyor. Onlar için okuyabileceğiniz bir sürü sosyal medya çıktısı ve muhtelif yazı bulunuyor. Bu yazı olaydaki iki tarafı da bizzat tanıyan, hatta birini bugüne kadar tanıdığım kadarıyla gayet seven biri olarak eşit mesafe ve tarafsızlık saikiyle de yazılmıyor. Bu yazı, toplumumuzun, sanatçı addedilen kerameti kendilerinden menkul birtakım tüccarın ve senelerdir muhtelif rollerle parçası olduğum müzik sektörünün beni dayanılmaz derecede rahatsız eden ikiyüzlülüğüne bir kez daha değinmek için yazılıyor. Bu işlerin tabiatını böylesine hazin bir olayla sadece 'düşünmek' zorunda kalanlara kılavuz olabilmesi umuduyla yazılıyor. Bu yazı müzik sektörünün sekter hınçlarına çanak tutup girift ilişki ağlarını gözetmek muhasebesiyle de yazılmıyor.
Bu yazı, benim, sensin; hepimiz.
Gelin şöyle düz oturalım ve eğri-büğrü değil, dümdüz konuşalım. Fail ve kurban müzik sektöründe oldukları için müzikten konuşalım ve bu işler, kaideyi asla bozmayan istisnalar hariç, nasıl oluyor bir inceleyelim. Kaidelerde yaşatılan fanilerin ilk gençlikten başlayan sanat yolculuklarına bir bakalım. Prototip bir karakterimiz olsun, ismi de 'Müzisyen' olsun. Deprem isminde bir müzisyenle tanışmıştım, Deprem diye isim oluyorsa Müzisyen diye de olabilir bence. Neticede Koptagel diye isim de var, Özlenen diye de. Okşan var mesela, Muhteşem de var, hatta o da müzik sektöründe ve pek muhterem birisi. Dolayısıyla pekala Müzisyen de olabilir. Nitekim farkındaysanız ne kişi, ne müessese, ne kulüp, ne grup adı verdim şu ana kadar, vermeyeceğim de, çünkü isim ya da cisim değil önemli olan, bilakis cibilliyet ve cürüm.
Müzisyen, doğar. Bir yerlerde – ya büyükşehirde ya da ücrada – ya sanatlı sepetli bir aileye, ya da sanatla sepetle uzaktan yakından alakası olmayan bir aileye. Ortası olmaz genelde. Sigortacı bir babayla mezzosoprano bir anneye doğan bir Müzisyen’e rastlamak imkansız olmasa da pek olası değildir mesela. Ama elbette istisnalar vardır, her zaman olmuştur, ama onlar kaideyi bozmaz. Akıl yeter herkesi kandırmaya çünkü. Akıl değil de, birazcık zeka, hele buralarda. Dolayısıyla hesap uzmanı bir babayla evlenmiş bir 'ev hanımı'nın çocuğu olabilir mesela Müzisyen. İş ki akıl ve aklını yürütsün, aklıyla yürüsün.
Müzisyen isyandadır 10’lu yaşlarında. Meşakkatli bir ergendir; bir değil, bir sürü derdi vardır, ah bir anlatabilse! Sonra birden anlatabileceği yolu bulur: Müzik! Yazacak mı, çizecek mi, söyleyecek mi, çalacak mı pek bilmez. Bir bakarsın hepsini birden yapacak kadar yeteneklidir. Asıl tehlike burada başlar. Fazla yetenekliyse bunu kendine 'ait' ve 'has' sanmaya başlayacağı gibi, kendini başkalarından sadece daha yetenekli değil daha üstün görme gafletine de düşecektir zira. Sağa sola bakınmaya başlar Müzisyen, ister istemez, nereden neler kaparım diye. Çok fazla şeyi ister aslında, istemez gibi görünür, toydur, pek seçeneği yoktur. Kendini farklı sandığından doğal eğilimi sola olacaktır. Aslında kapacağı ne var ne yok sağda olsa da onu göremez ilk etapta, sanır ki ikbal ve mürüvvet soldadır. Daha vakti vardır.
Ergenlik biter sonra, pişmeye başlar Müzisyen. Akıllanır. Pardon, zekalanır. Bilenir bir yandan yavaş yavaş, adam (kadın) yerine konulmadığı için. Nereye gitse, kimle konuşsa ondan her bakımdan büyük başka müzisyenlerin işlerinden örnek verilir; kendisinin neden yeterince iyi olmadığını dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenleri üzerinden örneklemek kadar kolay bir şey yoktur çünkü. Dikkat edin, bunu da özellikle müziğin 'm'sinden anlamayan ama M şekilli tahtlarda oturan kurnaz kodamanlar yapar. Bir bestenin, sözün, şarkının neden yeterince iyi olmadığını düşündüğünü anlatacak dağarcığa sahip olmadığından gencecik Türk evladına Stevie Wonder, The Beatles, Aretha Franklin (bizde pek akla gelmez ama denk geldi), Pink Floyd, Metallica veya her ne ika ise ondan örnekler verir ve sepetler Müzisyen’i kalantorkapanı. Bizimkisi bilemez ne yapacağını, biçare bilenir. Keskinleşir. Yavaş yavaş içten yanmalı bir mızraktır artık. Daha da tehlikelidir.
Gel zaman git zaman gider gelir Müzisyen, oraya buraya, bulabildiği her kapıya. Çalar orada burada, bazen üç otuz paraya, bazen bedavaya. Yeter ki adını duyurabilsin. Müzisyen de müzisyenden sayılabilsin. Debelenir durur, durur debelenir. Önünde yıllar ve yollar vardır, çetin ceviz hepsi de. Ne yapar eder, bir yolunu bulur, ilerler, ilerlerken yavaş yavaş yolunu da bulur. Abileri (ablaları) vardır ona akıl fikir, ama fikirden çok akıl, pardon, zeka veren. Anlar ki yukarıya çıkan merdiven yengeç misali yanlamaktan geçer. O da layıkıyla hedefini seçer. Adamını (kadınını) bulur, yaslanacak. Yaslanmak bedava olmaz ama, yağlamak birinci kuraldır. Bilmemkim 'Abi' ('Abla') büyük sanatçıdır, yol yapandır, yol açandır, üstaddır, 'naçizane'. “Onların yanında biz neyiz, kimiz ki?!”den geçer söylem. Kullanışlı olduğu sürece böyle sürer gider; bazen birkaç ay, bazense yıllarca, köprü geçiliverene kadar. O köprüyü geçmek de hepi topu bir şarkıya bakar.
Ah o şarkı var ya o şarkı, o bir şarkı… Ekseriyetle hasbelkader vurduktan sonra turnayı gözünden, Müzisyen hazırdır biriktirdiği tüm intikamları teker teker almaya. İlgi artar, erkekse kadınlar da artar, kadınsa erkekler ve başka şeyler, etrafında. Önceden STK’lara (Sivil Toplum Kuruluşları) duyulan ilgi aniden ÇUŞ’lere (Çok Uluslu Şirketler) kayıverir. Gözüne ve kalbine girilmek için can atılan sigaradan bıyıkları sararmış devrimci abilerin yerini çevresine ve cebine girmek için yanıp tutuşulan, sakalları purodan kahverengi kara kalpli patronlar alır. Birileriyle birlikte yol yürümenin romantikliğinin yerini birilerini kullanarak çıkar devşirmenin şehveti alır. Artık sigara dumanlı izbe rakı masaları değildir Müzisyen’in habitatı. Okkalı şarapların içildiği ev davetleri daha makbuldür. Ne de olsa orada hem kadınlar (adamlar) (görece) daha güzeldir hem de tuvalet kağıdı yumuşak ve hatta bazen kokuludur.
Her şey yerli yerindedir artık Müzisyen’in hayatında. Sayamayacağı kadar parası, soyamayacağı kadar kadını (adamı) vardır. Ama ne hikmetse o hala önüne geleni soymak istiyordur. Başarıyordur da. Ama yetinmiyordur. Yetmiyordur. Çünkü küp doldukça kap boşalıyordur. Çünkü kabın ve kalıbın dibi deliktir. Çünkü tanrının kendisine, tıpkı o şarkı gibi, hasbelkader bahşettiği yeteneğin bir ek değil de basit bir yeti olduğunun, herkesi onla kandırdığının, o sesi çıkaracak gırtlak ve dil, o akorları basacak bilek ve parmak olmasa sıradan bir Sarı Çizmeli Mehmet Ağa olacağının farkındadır için için. Geceleri uykusu bu yüzen kaçar. Uyuyamadıkça alkole, uyuşturucuya düşer Müzisyen. Olabilir, herkes düşebilir. Ama düşenin dostu olmaz; aman deyim.
Sonra dipsiz ve çıkmaz ve kapkara bir sarmala düşer Müzisyen. Sarar, ona buna, ve tabii ki en yakınına. Birdenbire oluverir o iş. Kan gibi, kendine has ama tatlı bir tadı vardır şiddetin. Hele akor basar gibi kolayına geliyorsa, yumruğu vurup suratı dağıtmak. Kafa, göz, kol demeden kırıp dökmek. 'Allah yarattı' demeden, sakınmadan, hayatında gelmiş geçmiş tüm derdinin muhasebesini bir delişmen gecede dürmek şansı verildiyse sana o yetiyi veren tanrı tarafından, kim kullanmaz ki onu! Sonrası kan revan, kırık dökük, göz yaşı. Tıpkı rock and roll, değil mi; kan, ter ve gözyaşı. Sonrası akşamdan kalma; kanama; iç ve dış. Sonrası mahkeme, daha önemlisi, muhakeme. Hesaplaşma. Pişmanlık. Vicdan. Muhasebe. Bir sürü berbat his ve düşünce. Bu, böyle.
Böyle şey olmaz. Olamaz. Ama oluyor. Oldu.
Olmaya da devam edecek. Sen, ben, hepimiz, bakış açımızı ve kendimizi değiştirmedikçe kan da dökülür, göz de morarır, kol da kırılır. Müzik (ve bilumum diğer yaratıcı) sektöründen beklenen de beklendiğiyle kalır. Oraların köşe tutanlarından kendi çıkarları ve ceplerini dolduracak hamleler haricinde bir şey beklemek, özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin yanında, şiddetin, çıkarın, haksızlığın karşısında yer alacaklarını ummak, kuzuyu kurda emanet etmek gibidir. Göstermelik bir-iki konser iptali zamanla yavaş yavaş ertelemeye dönüşür, birkaç hafta içerisinde de her şey her zaman olduğu gibi unutulmaya ve kanıksanmaya yüz tutar, sonra da eskisinden de yağlı cilalı işler tutulur. Tıpkı o taksici ve tekelcinin hayatında, tıpkı senin ve benim hayatlarımızda olduğu gibi, türlü zaaflarımızı fiziksel nümayişlerle örtmeye çalıştıkça hepsi olur, her şey olur.
Ama iyi şeyler, doğru şeyler, güzel şeyler ancak unutmamakla, ezber bozan söylemlerle, emsal niteliğinde eylemlerle olur. O zamana kadar, hepinize, hepimize bir kez daha geçmiş olsun.