Werner Herzog'la ıssızlığın rotasında
'Yeni Alman Sineması'nın öne çıkan sinemacılarından Werner Herzog, Buzda Yürüyüş'te okurlara bekleyişin ritmini anlatıyor.
Hatice Balcı balci.hatice@gmail.com
"Kalbin ya parçalanması ya da tunçlaşması gereken bu dünyadan ayrılıyorum’"
Chamfort
1974 yılının Kasım ayında Werner Herzog, dostu Lotte Eisner’in Paris’te hastanede yattığını ve durumunun ağır olduğunu öğreniyor. Ve bir şekilde yaşadığı şehir Münih’ten, yaya olarak Paris’teki hastaneye ulaşabilirse arkadaşının hayatta kalacağına dair çok güçlü bir inanca kapılıyor. Bir ceket, pusula, sağlam çizmeler ve kamp çantasıyla.
Herzog’unki gibi haftalarca süren yürüyüş, yürüdükçe açığa çıkan o bekleyiş ve sabır zamanımızın alışkanlıklarıyla örtüşmüyor. "Hareket ettiğimde bir bizon hareket ediyor. Dinlendiğimde bir dağ istirahata çekiliyor"* diyor yazar bu bekleyişin ritmini bize anlatırken. Nokta ile virgülü saymazsak ‘im’lerin pek dolaşmadığı satırlarda çizmelerin yorgun adımlarını izliyoruz. Büyük bir şehri bırakmak, yoldaki bırakılmışlıklar, sonra başka bir büyük şehre varış. Kış günlerinin kasveti. Yalnızlık ve kasvet, bu yolculukta Herzog’un ensesindeki iki gölge.
Günceyi sıralı okuyabileceğimiz gibi sondan başa giderek de okuyabiliriz. Çünkü tüm bu sayfalar boyunca nehir tek yöne akmıyor, zaman geçip gitmiyor; kavrayışımızda bulanıklaşma olmuyor hiç. Üstelik yazarın gözlemlediği dünya ile bu dünyayı anlatan sözcükleri arasında hiyerarşi yok ve her şey sükûnet içinde gerçekleşiyor.
Herzog, günlerce ve haftalarca yağmurda, ayazda kalmanın yol açtığı bedensel acılara karşın kendini nasıl tedavi edebileceğini biliyor. Rotasında dağ yolları, nehir kenarları, uçsuz bucaksız tarlalar var. Orada burada çürümeye terk edilmiş fabrikasyon nesneler, uğursuz çağrışımlara yol açan birer mühür gibiler. Günler geçip de güz kışa dönerken iyiden iyiye ıssızlaşan manzarada, öyküleriyle kadınların ve erkeklerin kapladığı yer, diğer canlılardan daha fazla değil. Doğanın kendi sesi var, bir de episodlar eşliğinde yalnızlık. İşte bir episod: ‘’Till’in düğünü karla kaplı dağda gerçekleşmişti ve ben de anneanneyi dağa iterek çıkarmıştım. Erika tepeden aşağıya doğru bağırmış ve oturduğumuz yerde kalmamızı söylemişti. Ben, ilk olarak, oturmuyoruz, sonra da, bu ıslak karda nereye oturacağız, demiştim.’’** İnsan yoğun bir yalnızlığa çekildiğinde içindeki köşeleri yoklayabiliyor. Peki bu yalnızlık, bedene acı veren bir tecrübeye dönüştüğünde kararlarımıza neler olur? Açığa vurduğumuz davranışlar bizi nasıl biri yapar? Neye hazırlanırız?
SEI ŞONAGON'UN GÜNCESİ
Uzun bir süre yürüyeceksem düşüncelerimi de beraberimde taşırım. Gezintim boyunca ağırlaştıkça ağırlaşırlar. Yük oldukları için değil, onları kurcalamak istediğim zayıf bir mıknatısa dönüştüğüm için. Herzog’ta ise yürümenin getirdiği yavaşlık çevresini gözlemlemeye yarıyor. Ortaçağ’a özgü bu yaman görüş, geçenlerde yine Ortaçağ Japonya’sından bana güncesiyle konuk olan Sei Şonagon’ı hatırlattı. İkisi de görüntüler eşliğinde düşünüyor. İkisinin de gözlemleri o derece keskin ki, sisli havalarda bile ağaçların gövdelerinde tüten buharı aynı dikkatle ayırt edebilirler. Gerçi Şonagon’ın listelerindeki şiirsellik Herzog’un dilinde yok, fakat yaşamın kendisi kitaptaki kimi cümlelerde çözülememiş birer gizeme dönüşüyor sanki. Süt güğümüyle yürüyen bir kadın veya küçük çocukların oyun oynadıkları yerlerden geçmek Şonagon’ı ne denli heyecanlandırıyorsa Herzog’u da o denli heyecanlandırıyor. Yine de baktıkları şeylerde Şonagon şenliği görürken Herzog hüznü duyuyor ya da ani volkanik patlamaları. Şonagan tüm bu biçimlere, varlıklara kendini katabilirken kişilere uzak duruyor. Herzog ise onlarla bir süreliğine bile olsa bütünleşebiliyor.
Yastıkname’ye dalıp gittiğim sıralarda, Şonagon günümüzde yaşıyor olsaydı yönetmenlikle geçinebilirdi diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Geçinmek diyorum, çünkü bana kalırsa o karanlık mağaralara girmeye, yolu izi kaybolmuş uçsuz bucaksız topraklarda çadırıyla ilerlemeye veya boğulma korkusuna kapılmadan saatlerce okyanusta yüzmeye cesaret edemezdi. Saçını başını düzeltmeden insan içine çıkamayacak biri o; Herzog ise çölün derinliklerinde kaybolmayı göze alabilir.
Skopje’dan (Üsküp) Bitola’ya (Manastır), oradan Ohri’ye otobüsle geçip giderken okuyorum Buzda Yürüyüş’ü. Mısır tarlalarında, vadilerde ve nehir boylarında onun adımlarını görüyorum. Kamp çantası, ceketi ve pusulasıyla bir handan diğerine, bir samanlıktan ötekine geçen isimsiz, yurtsuz, rütbesiz bir yolcunun adımları.
(*) Buzda Yürüyüş, Werner Herzog, Jaguar, Çev: Ali Bolcakan, 1.baskı, Şubat 2016, syf.10
(**) age, syf.76