Bize bile değil, bir gazeteciye, İsmail Küçükkaya’ya gelmiş bir WhatsApp mesajıyla terk edildik: “Adam kazandı.” Kötü aksiyon filmi repliği gibi. Kötü aşk filmi hatta kötü gerçek aşk repliği gibi: “Sorun sende değil bende bebeğim.” F.ck! İşte bu tam bir yıkım oldu. Beklenen açıklama ertesi gün yapıldığında kurbağanın gözü çoktan patlamıştı.
Aşk denen belirsizlikler cennetinde, iki şey kesindir, bilirsiniz:
Bir kez aşık olmuşsanız, tekrar olma şansınız çok yüksektir. Çünkü aşık olmak, herkese eşit dağıtılmamış bir yetenektir.
Aşık olma yetisine sahipseniz, ya uykudasınızdır, ya aşkın öncesinde ya da tam içinde.
Aşkın içindeyseniz, aşkın sonuna doğru giden bir tramvaydasınızdır. Yolun bir sonu olsa da, bu aralar hele, tramvayda tıngır mıngır gidebilmek ne şans. Uykunun süresi ve konforu kişiden kişiye değişir. En güzeli ise herhalde, ‘öncesi’.
O yaygın anlatımıyla, karında kelebeklerin tepindiği an. Başlangıç. Eşik. Okun tenle ilk teması.
Gerçi ben o kelebek kısmını çok anlayamamışımdır. Tam öyle olmuyor bende. Daha ziyade beynim neon mavisine boyanmış gibi oluyor. İçimden ıslak çakıl taşları yuvarlanıyor. O arada da ben varlığımın en esaslı ve esanslı haline geçiyorum. Bir “işte bu! Uyandım!” hâli. O ne neonluk o.
Böyle ‘aşk kadını, aşk erkeği’ tanımlamaları biraz bayık, insanın burnuna anasonla karışık naftalin kokusu getiren şeyler. Ama bazı insan aşkı sever.
Aşk da aşkı sever. Şunun şurasında ‘Bloomsday’ geçeli kaç gün oldu. James Joyce’un “Ulysses”te dediği gibi, “Love loves to love love”.
Cemal Süreya da “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın,” demiş.
O konsantrasyonu, o neon adanmışlığı çok seviyorum. Bir işe, bir insana, bir kediye, bir nehre… Akmak. O tam ve kusursuz ‘şimdi, burada’lık hissi. Alternatifsizlik.
“Bütün dünyanın, bütün kentlerindeki bütün barlar arasında o benimkine geldi.” Tekrar çal, Sam! Casablanca sihri…
Dünya hengamesinde, onca şey arasında seçtiğin ve seçildiğin anda, ölüme ufak bir çelme takarsın. Kimse ‘o gün’ ölmez mesela, değil mi? Çok saçma.
Dünyaya seçmek, seçilmek, sevmek ve sevilmek için geliyoruz bana göre. Aşk bir seçme ve konsantrasyon işi. “Ait ol ya da öl” den daha güzel bir cümlesi var üstelik: “Ol ya da sol.”
Aşk söz konusuysa buradan Hindistan’a kadar çağrışmak mümkün. Aşkın uykusunda ya da öncesinde, kapısında olmak mümkün. Bugünlerde en zoru, aşık olmak..Çünkü aşık olabilmen için önce kendini, kendinin aşık hâlini seçmen, buna gönüllü olman gerekiyor.
Sonsuz bir kaçamak, puslu, pis bir araf değil aşk. Kaçmak için toparlanan mafya babası maharetiyle, milyonuncu kez kart karan kumarbazın el çabukluğuyla sevemez insan.
Hüzün üç parçadan oluşur, demiştim daha önce: Geçmiş, gelecek ve gelmeyecek. Aşk şimdi, burada olandır. Değilse hüzündür. Güzel bir ihtimal olarak kaldığında ise, leziz bir hüzün. Van Gogh tarlaları gibi. “Hadi kal o sarı odalarda kalabilirsen,” diyor ya Sezen Aksu. Oho, kadınlı erkekli sarı oda doktorası yapmışız biz. Sarı odadan korkan, seçimin ertesi günü Türkiye haritasına bakmasın.
Giderek artan bir umutla bizi elli gün bir kalp çarpıntısının içinde tutan erken seçimin kimilerimiz için dünkü en güzel sonucu, HDP’nin barajı geçmesiydi. Tüm yasaklara, kısıtlılıklara, önyargılara rağmen geçmesi…
En şaşırtıcı sonuç, MHP’nin beklenmedik oy oranı oldu. Gerçi niye şaşırıyoruz, düşününce insan onu da bilemiyor. Çünkü son tahlilde bu memleketin mayası, hamuru, baba tercihleri belli. Her şeye rağmen, delice, öyle.
Kâh AA’nın hiç inandırıcı olmayan sonuçlarından, kâh TV’lerin parçalanmaz akışından kâh da adilsecim.net’ten izleyenlerin azımsanamayacak kısmı içinse, hayal kırıklığının adı oldu bu seçim. Çünkü Muharrem İnce’yi babamız bilmiştik. Çünkü ona bir nevi aşık olmuştuk. Bu ikisini birbirinden çok da ayırmamız gerekmiyor bizim. Oraya geleceğim.
AA’nın fantastik ilk sonuçları akışlara düşmeye başladığı andan itibaren yine aynı şey oldu: Hem dalga geçiyor hem de tongaya düşüyorduk. Bir yandan “AA’ya göre ben Marilyn Monroe’nun reenkarnasyonuyum,” tarzı espriler havada uçuşuyordu, bir yandan da ‘moreller’ rüzgar hızıyla bozuluyordu. Bu her şeyin dalgasını geçmenin, hayal kırıklığı riskini minimize eden önden yenilmişlik hissinin suyunu çıkarıyoruz bazen. Dün de öyle yaptık. Güvenmiyor, ama inanıyorduk.
Twitterları başında seçim takip edenler rengarenk bir duygu tahterevallisinde “çoktan kaybettik…/mutlaka kazanacağız!”lar arasında inip çıkarken dışarda sandık görevlileri inanılmaz bir kararlılıkla sandıklara sahip çıkıyordu. Oyların kesinleştiği vurgulanırken “daha biz göndermedik bile!” çığlıkları havada uçuşuyordu. Seçim kelimesinin sessiz harflerinin bile çalınmasının mümkün olduğu bu ortamda neye inanacağımızı şaşırmıştık.
Balkon konuşması giderek yaklaşıyordu, o konuşma bir kez yapıldı mı geri dönülmezdi. Herkes İnce’yi bekliyordu. İnce ortalarda yoktu, Meral Akşener bile yoktu, baraj geçildiği için en ortalarda olan muhalefet lideri, parmaklıklar ardındaki Selahattin Demirtaş’tı, o derece.
Korku ve endişeyi panik ataklar, öfke krizleri izledi. Bir ara timeline’ımın yarısından fazlası Muharrem İnce’nin hesabına düğüne (ya da cenazeye) gecikmiş damattan hesap sorma tarzında tweetler atıyordu. Oralarda neyin döndüğü meçhul olduğundan bana bu gömmeye ramak hezeyan biraz fazla geliyordu. Genel olarak dolduruş ve gaz hallerimizden hoşlanmıyorum. Gerçi öyle olmayınca da kütük katılığı geliyor, bir türlü sıvı gibi akamıyoruz, neyse.
Anlaşılır bir yanı da vardı bu paniğin. Bu tweetlerin atılmasına neden olan yakınlık, güven hissi, Muharrem İnce’nin tüm o rahat, hazırcevap, muzip halleriyle günlerdir muhayyilemizi dolduran babacanlığının bir uzantısıydı. Muharrem babamızsa, Çukur’un yuvamız olmasına razıydık. Ama o da babalar gibi bize sahip çıkmalıydı, balkon konuşmasından önce bir konuşma yapmalıydı, ne yapıp edip almalıydı o seçimi.
Bunun yerine ne oldu? Bize bile değil, bir gazeteciye, İsmail Küçükkaya’ya gelmiş bir WhatsApp mesajıyla terk edildik: “Adam kazandı.” Kötü aksiyon filmi repliği gibi. Kötü aşk filmi hatta kötü gerçek aşk repliği gibi: “Sorun sende değil bende bebeğim.” F.ck!
İşte bu tam bir yıkım oldu. Beklenen açıklama ertesi gün yapıldığında kurbağanın gözü çoktan patlamıştı. Oyların çalındığını, seçimin demokratik bir düzlemde gerçekleşmediğini, bu oranın bile başarı olduğunu belirtmekle beraber görevlilerin ulaştırdığı imzalı tutanaklardan çıkan sonuçlarla YSK’nın açıkladığı rakam ve oranlar arasında anlamlı bir fark olmadığını vurguladı İnce. Yine mealen “adam kazandı” dedi. Mücadeleye devam sinyali veren, mesaj meselesi için özür dileyen (CHP kedisi Şero bile özür diledi seçmenden, bu arada) bu bence dürüst açıklama gece yapılabilmiş olsaydı yine iyiydi. O kadar gecikince kırık hayallere yara bandı bile olamadı.
Açıklama ne olursa olsun, seçimin buruk sonucu ve bir WhatsApp mesajıyla terk edilme hissi kolay kolay yakaları bırakacağa benzemiyor.
Biliyorsunuz terkten terke fark vardır, aldatılmadan aldatılmaya olduğu gibi. Hiç yatakta basmakla gömlekte ruj izi bulmak bir olur mu? Mesajla terk, bu hiyerarşide yatakta basılan sevgilinin üste çıkıp bir de “bize on dakika daha müsaade eder misin” demesine benziyor. O derece.
Dünyanın en inandırıcı, en güven verici babasının evden ekmek almaya çıkıp bir ay sonra İzlanda’dan kartpostal yollamasına benziyor ya da. Fena yani.
Görünürde böyle. Şapkamızı önümüze koyup düşündüğümüzdeyse “CHP’den gelecek hayır Allahtan gelsin” duygusundan bizi 50 günde “başka bir hayat mümkün” duygusuna taşıyan İnce’nin insani ölçülerde elinden geleni yaptığını görmemiz mümkün bence. İnsani ölçülerde, evet. Çünkü bir insan. Superman değil, Batman değil. Beyaz atlı prensimiz ya da babamız da değil. Zaten süper kahramanlar yok; faytona binme, atlar ölüyor; babalarsa her şeye kadir kişiler değil. Bunları kabul etmeliyiz.
İstenen sonuçlar alınamamış olsa da eldekinin fena bir sonuç olmadığını düşünmek de Polyannacılık değil. Umut veriyor.
Dün geceki büyük hayal kırıklığımızda haksız değiliz, insanız. Edebiyatın en hazin cümlesidir biliyorsunuz, “olabilirdi”.
Ama olmadı. Peki bu bir heves mi ki, çat diye kırılsın? Sadece umudun ötesini, daha fazla, daha sistemli çaba, sebat, inanç, azim gerektiriyor. Organize düşler bunlar. Tıpkı gerçek hayatta, işte ve aşkta olduğu gibi.
Çünkü ‘baba’ dediğimiz şey bu memleket insanının önemli bir kısmı için Erdoğan. Kızsa da, köpürse de, sevse de, dövse de, sürçse de, o.
Öte yandan, seçim sonuçlarıyla hayal kırıklığına uğrayanlar için söylüyorum bunu: Bir baba istediğinize emin misiniz? Sıkıntı tam da bu babalık mefhumunda olmasın? Aşklarımızı da, işlerimizi de görünmeyen babalara, güven dağlarına yaslayarak hata ediyor olmayalım?
Belki de artık babasızlığı öğrenmemiz gerekiyor. Düşe kalka, bazen yalnız kalarak, bazen ‘piç gibi ortada kalmış’ hissederek, gözyaşımızı pınarında dondurup yürüyerek, bazen böğüre böğüre ağlayarak, sonunda mutlaka kalkıp doğrularak, her günün yeni bir gün olduğunu bilerek, bu hayatla, öncelikle bir başımıza başa çıkmamız gerekiyor. Bir ‘duygusal dağ’a dayanmadan.
Çünkü hayatın mevsimi dörttür, her dağa bir gün kar yağar.
Çünkü babasız da ayakta ve hayatta kalmayı becerebilirsek sevgimiz de, aşkımız da, işimiz de, emeğimiz de daha sahici hale gelecek. Ancak o zaman, ‘o aşk buraya gelecek.’ O düş de.
Çok zor ama denemeye değmez mi? Ucunda hayat var ya?