Çocukluğum Çanakkale ve İzmit’te geçti. Sadece merkezde değil, Biga ve Gölcük’te de oturduk. Anaokulunda Gölcük’teydim, ilkokula Biga’nın Kaldırımbaşı köyünde başladım, kısa sürede ilçe merkezindeki Sakarya İlkokulu’na geçtim ve son iki yılı Çanakkale’de okudum, orada Cumhuriyet İlkokulu’nu bitirdim. Ortaokul ve lise yıllarımı İzmit’te geçirdim. Bütün bu yıllar boyunca vazgeçemediğim iki tutkum vardı: Müzik ve kitaplar. Bir yandan Red Kit’ten Asteriks’e uzanan çizgi romanları okurdum, diğer yandan babamın kitaplığında tanıştığım Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Erol Toy, Şevket Süreyya Aydemir gibi isimleri… Dinlediklerim, yıllarla değişti: Erol Evgin’den Modern Talking’e, oradan Mazhar Fuat Özkan ve Falco aracılığıyla Pink Floyd’a geçişim, lise yıllarında… Okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler değişti ama bütün bu süre boyunca değişmeyen tek bir tutkum var; hâlâ süren çizgi film sevdam…
Olanaklar sınırlıydı: TRT’nin sunduğu çizgi filmleri izlemek zorundaydık. Ara ara pazar sabahları sinemalarda çizgi filmler gösterilirdi, onlara da giderdik ama TRT’nin seçtikleriyle büyüdük. “Hop hop hop, değiş Tonton!” cümlesiyle hafızalarımıza kazınan Tonton Ailesi’nden iyilerin dostu kötülerin düşmanı Atom Karınca’ya, her şeye söylenerek bir çizgi boyunca durmadan ilerleyen Bay Meraklı’dan bütün zamanların belki de en kötü çizgi filmlerinden biri olan Musti’ye uzanan bir çeşitlilik vardı. Sevdiğim pek çok kahramanla o dönemde tanıştım. Akıllı Bıdık, Ayı Yogi, yoldaşı Bobo, (kedi) Tırmık ve peşinde koştuğu fareler Gıcır ile Bıcır, Tatlı Kahramanlar ailesinin üyesiydi. Taş Devri, Heidi, Marko, Şeker Kız ve Şirinler, “konulu” filmlerdi… Bunlar arasında en çok Gıcır ile Bıcır’ı severdim. Bu yüzden ortaokul dönemimde İzmir’den aldığımız muhabbet kuşlarının adını Gıcır ve Bıcır koymuştum. Şüphesiz Tırmık’la çekişmeleri çok eğlenceliydi ama ilerleyen yıllarda tanıştığım Tom ve Jerry, kısa sürede onların yerini aldı. Hâlâ en sevdiğim çizgi film.
Akıllardaki soruyu duyar gibiyim: Durup dururken bunca kahramanı neden sıraladın? İçlerinde çok sevdiğim birinin doğum günüydü çünkü dün: Woody Woodpecker adıyla dünyada tanınan ağaçkakan Woody! Bildiniz: Kahkahasıyla meşhur hınzır. Onunla tanıştığımız film “Knock Knock”, 78 yıl önce bugün, 1940 yılında ilk kez seyirci karşısına çıkmış. Sonrası, pek çok kuşağı mutlu eden çizgi film dizisi. Ben, jenerik melodisini TRT’de duyduğum anda elimdeki her şeyi bırakır, televizyon başına geçerdim. Woody gibi kahkaha atmaya çalışmak da cabası. Çocukluğumdan kulağımda kalan şahane bir hatıradır bu ses…
25 Kasım enteresan bir tarih. 60 yıl önce bugün, New York’ta memleket müzik tarihine yazılması gereken önemli bir konser verildi ve bu konserde, Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu, Amerika’da ilk kez seslendirildi. Birleşmiş Milletler’in kuruluş yıldönümü vesilesiyle, Voice of America katkılarıyla Turkish Information Office tarafından düzenlenen bu özel gecede sahneye çıkan, Symphony of the Air adlı toplama orkestra. NBC Senfoni Orkestrası üyelerinin Chicago Senfoni Orkestrası üyeleriyle harmanlanarak oluşturulmuş bu orkestrayı yöneten, dünyaca ünlü bir şef: Leopold Stokowski.
Ahmet Adnan Saygun, memleketin önemli bestecilerinden. İzmirli. Paris’te okudu. Bir yandan beste çalışmalarını sürdürürken diğer yandan Karacaoğlan’dan Yunus Emre’ye uzanan isimler üzerine araştırmalar yaptı; öğrendiklerini yazılar ve kitaplar aracılığıyla okuyucuya duyurdu. 1952 yılında Ses Tel Birliği tarafından yayımlanan “Karacaoğlan: Yeni Bilgiler – Bir Rivayet – Melodiler” başlıklı kitabı, bu araştırmalarının bir ürünü. Ahmet Adnan Saygun’un en önemli eseri diyebileceğimiz Yunus Emre Oratoryosu da öyle. 1942’de tamamlandı, 25 Mayıs 1946’da Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ilk kez seslendirildi. Ertesi yıl Paris’te dinleyici karşısına çıktı. Saygun, oratoryoyu o dönemde Londra’da da sergilemek istedi ancak bu gerçekleşmedi.
1955 yılında yapılan kimi resmî yazışmalar, oratoryonun Amerika serüveninin başlangıcı. Prömiyer çok ses getirdi ve bu kayıt, oldukça sınırlı sayıda basılan bir plakla bugüne geldi. Arşivimin en değerli parçalarından biri olan bu plak, belki de klasik müzik tarihimizin en önemli parçası. Stokowski’nin yönettiği Symphony of the Air, bu kayıtta soprano Janice Harsanzi, alto Carol Wolf, tenor James Wainner ve bas Scott Gibson’a eşlik ediyor.
Şanslıyım, Ankara’da, eserlerinden birinin çalındığı bir CSO konserinde Ahmet Adnan Saygun’u gördüm ve gecenin sonunda (gençliğimin verdiği heyecanla) yanına giderek elini sıktım. Böylesi bir efsane ile aynı ortamda bulunma fikri bile masal gibiyken bu heyecana şahit olmak, onu bugüne taşımak pek güzel. Dahası, onun plak üzerinde yer almış hemen hemen bütün eserlerini arşivime katmak, peşinden koşmak –ki sadece bu bile insanı mutlu eden, “iyi ki yaptım” dedirten bir şey.
Bir süredir Berlin’deyim, yıl başından beri buradan bildiriyorum. Ufak ufak buradaki mesaimi tamamlayıp eve dönme hazırlıklarına başlamışken bir son dakika gelişmesiyle bugün Viyana’ya geçeceğim. Meraklısı için buradan duyurayım: Yeni Viyana Divanı tarafından düzenlenen “Şarkılarla Türkiye Tarihi” başlıklı etkinlik, bu akşam (yerel saatle) 19.00 itibariyle Brunnenpassage’da yapılacak. Memleketin yakın tarihini, çoğu unutulmaya yüz tutmuş şarkılar eşliğinde anlatacağım; bir anlamda (her zaman yaptığım gibi) hafıza tazeleyeceğim.
Aslında Viyana seyahatinde beni heyecanlandıran, Mahler’den Beethoven’a orada gömülü olan büyük bestecileri ziyaret edecek olmam. Dahası, gençlik kahramanım Falco’yu göreceğim –ki şu dünyada canlı dinlemek istediğim insanlardan biriydi, olmadı. “Rock me Amadeus”tan “Vienna Calling”e uzanan “hit”leri ve bir dönem hepimizin canını yakan “Jeanny” üçlemesi, onu “kahramanım” kılmak için yeterli. Beni (biraz da gençlik heyecanlarımı hatırlattığı için) Mahler kadar heyecanlandıran bir isim. İkisini aynı gün aynı yerde görmek, kişisel tarihime heyecanlı bir durum olarak yazılacak.
Yazının başında çocukluğumdan dem vurdum, arada mühim bir bilgiyi sizlerle paylaştım ve sonrasında biraz gençlik heyecanlarımdan söz ettim… Üniversite yıllarımda yanımda olan, sonrasında İstanbul’da yeniden karşılaştığımız (ve daha da yakınlaştığımız) bir arkadaşımı anarak bitirmek istiyorum bu biraz da kişisel yazıyı: Dört yıl önce, bir 25 Kasım günü apansız bizi terk eden Ömer İpek. Müzikle ilgilenen herkesin yakından tanıdığı bir isimdi. Tanıyanlar bilir, dünyanın en güzel insanlarındandı. Yazık ki iyiler erken gidiyor. Ömer, en olmayacak zamanda, ona en ihtiyaç duyduğumuz anda gitti. Hayali, “Şarkılarla Memleket Tarihi” başlıklı projemi memleket dışına çıkartmaktı. Bugün, tam da onun bizi bıraktığı günde bu projeyi memleket dışında ilk kez sunacak olmam, tarihin bir cilvesi. Arkadaşları bugün İstanbul’da toplanacak, onun anısına kadeh kaldıracak. Ben kadehimi Viyana’da onun anısına kaldırırken, anason kokusuna çok sevdiği bir şarkı eşlik edecek: Rânâ Alagöz’ün “Aşkın Gözü Kör mü?” başlıklı “cuv-cuv”lu şarkısı.
Onu ne kadar özlediğimi anlatmam mümkün değil. Buraya kadar olan kısmın büyük bölümünü onunla geçirdim; sonrasında onsuz olacağımı bilmem bir yanımı eksik kılıyor. Yine de dilimde onun o şahane temennisi var; bu yazının son cümlesi olsun: Keyf, huzur ve ahenk ile…