30 Aralık 2015’te Radikal’le yaptığımız söyleşide “devlet 90’lara değil, 30’lara döndü” demiştim. Bugünden bakınca 90’lar iyiydi çünkü. İşkenceci bir memur bile sadece işini yapardı. Donanımı ilkokul klişeleri ile sınırlıydı. Cahildi. Emir kuluydu. Ama bakkalla, kahveciyle bir merhabası vardı.
AKP’den sonra devlet görevlilerinin birer “aydın” militana dönüştüklerini gördük. Doktora yapan kaymakamlar, makale yazan ilçe emniyet müdürleri, Uğur Mumcu okumuş şagirtler… Özellikle Gülencilerin anonim bir okuma setleri ile dil ve davranış kalıpları vardı. Kürt de derlerdi Kürdistan da. Ama ırkçıydılar aynı zamanda. Kanun ve ahlâk değil, ideolojiydi esas olan.
Bugün bu mirasın taşıyıcıları her yerde. Ne bakkalla ne kahveciyle merhabaları var. Bizim burada yandaşlar, düşürdükleri kişiler, iradesini kırdıkları yerlilerle diyalog içindeler. Söylem ve davranış kalıpları aynı. Elbette geçmiş de güncel de doğası gereği kaotiktir. Ama nerde o eski işkenceciler diyesi geliyor insanın!
Mesela bu kayyımlar 90’larda atansa, bu kadar bilgili olmazlardı. Bir kayyım Xanî’yi ne bilsindi? İki tane Necip Fazıl şiiriyle kendini yeterince nurlu nesil ferdi sayardı zaten. Ancak AKP ile birlikte Kürt kültürünün kurucu isimleri, simgeleri ve göstergeleri ehlileştirilmek istendi. Herhalde ilim ve irfan yuvası Mardin Artuklu Üniversitesi’nde bu girişime karşı verdiğim tek kişilik mücadelenin anlamı artık anlaşılıyordur. (Ey Xanî, nasıl da yalnızdım!) Etkilisi yetkilisi bir tarafa, tezsiz yüksek lisansa başvuranı bile üniversitenin karşısındaki Nezir’in kahvesinde nefretle bakardı bana. Hatta âlây-ı vâlâ ile başlatılan formasyonsuz öğretmenlik kursunda istenen 4 biner lirayı benden bilenler oldu!
Birçok yazı yazdım. İtiraz ettim. Olmakta olan ile olması gerekeni aklım yettiğince söylemeye çalıştım. Ama ne mümkün? Ucuz bir taşra ve hemşeri dayanışması ile karşılandı.
Şöyle düşünüyordum: Kürtçe ve Kürt kültürü, resmiyetin çerçevesine alındığında kendisinden çok şey kaybedecekti. Ne diyordu Octavio Paz; her toplumun “gizli bütünleri” vardı, efendi o kodları çözünce teslim alırdı. Efendinin sofrasından kısmen nemalanmış muhafazakâr Kürt aydınları, Kürt kültürünün en önemli isim ve simgelerini sağcı bir bakışla ehlileştirmeye giriştiler. Buna göre Xanî de, Cizîrî de namazında niyazında tekke şeyhleriydi. Yahu öyle değil, bunlar saray şairi, bugün kaybettiğimiz muktedir bir geçmiş içinden sesleniyorlar dedim ama dinleyen kim?
Devlet de Xanî’yi ehlileştirmeye, dünya edebiyatının en muhteşem eserlerinden olan “Mem û Zîn”ini “Kürtçe diye bir dil yoktur” diyen ve bir gram Kürtçe bilmeyen Namık Açıkgöz nam birine çevirterek girişti. “Kürtçe çeviri gerekiyorsa biz çeviririz” yani. Namık heval bu mesnevinin çevirisini büyük üstat Mehmet Emin Bozarslan’ın çevirisinden çalıp çırparak tamamladı. Bana A Haber’deki “Bi Sormak Lazım” programında (4 Ekim 2011) efendiyi arkasına almış bir yiğitlikle sunturlu küfürler eden Kemal Burkay’ın vatan topraklarına ayak bastığında önüne çektikleri masaya işte bu çeviriyi koymuşlardı. O da gayet tabii arif ve zarif bir şair olarak bu nimeti kutsamıştı.
Oysa Xanî teslim alınamaz. Xanî ehlileşmez. Xanî, ölümünün üzerinden 310 yıl geçmesine karşın, Kürtlerin dünyaya söyledikleri en güçlü sözleri söylemiş kişidir. Tam da bu elle yazdı o sözleri. Kayyım işte bu yüzden o eli kesti. Ehlileştiremedi çünkü.
Xanî’nin elini kesmek, bir mesaj değil, doğrudan bir saldırıdır. Vandallıktır. Kâr etmez, çünkü o el yazacaklarını çoktan yazdı. O yazılar bir ulusun ruhuna aktı, yerleşti, cümle oldu.
Xanî’nin o eli, bizi yüksek bir edebiyatın dehlizlerine çağırır. Zamanın tamamına seslenir. Bir dağa anlamış gözlerle bakar. Su ile konuşur, ateş ile arınır. Boyun eğmemeyi, ruhu aşk ve erdemle donatmayı öğütler. Onun eli, Bazîd Mîri’nin İshak Paşa Sarayı’nın inşasına tepki gösteren Osmanlı sultanına verdiği cevabı tekrar eder. Tarihin bir yerindedir. Şöyledir:
Sultan, Bazîd mîrine ültimatom gönderip sorar: “Sen nasıl benim mülküm üzerinde benimkinden daha ihtişamlı bir saray yaparsın?”
Mîr’in cevabı şöyledir: “Sen dünün yürüğüsün, bense bir Kürt mîriyim!”