Ya Clementine’i bilen kimseyi bulamazsak

Bolluk çağındayız. Tüm filmler, müzikler, kitaplar bir tık uzağımızda. Yine de doymuyoruz, tatmin olmuyoruz. İçimizde bir tatsızlık, üzerimizde bir iştahsızlık. Canımız sıkkın ama eskisi gibi değil. Bunca bolluk işimize yaramadı mı yoksa? 

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

Bu akşam “hadi bir film izleyeyim” dedikten sonra ne yaparsınız?

En güzeli sinemaya gitmek elbette ama sinema rutininiz giderek seyrekleştiğinden bu gece de muhtemelen evden çıkmayacaksınız. 

Televizyonlarda bir dolu film var, üşenmezseniz bir yerlerden program bulup tek tek hangi kanalın ne yayınlayacağına bakarsınız. Ama kim artık reklamlarla bölünmüş bir film izlemek ister ki?

Büyük ihtimal platformlara gideceksiniz. Türkiye’de şu anda aktif, abonelikle çalışan bir dolu dijital platform var. Binlerce filmlik bir portföy. Ayrıca abonelik harici satın alarak film izleyebileceğiniz ortamlar da mevcut. Kablolu TV kanalları var. Daha bir sürü yöntem ve mecra var… 

Zaten sorun nerede izleyeceğiniz değil artık. Ne izleyeceğiniz… Neyi seçeceğiniz. 

*

Hakikaten neyi seçeceksiniz? 

Filmler bir yana, belki onlardan da fazla, ortada bir sürü dizi var… Eski diziler, yeni diziler, onlarca yüzlerce binlerce sezon.

Daha bunun müzik platformları var.  Daha bunun kitap platformları var. Daha bunun spor platformları var. 

Daha neler neler var… 

Ama vaktiniz yok. Tabii ki yok. Kimilerinin “bolluk çağı” diye nitelediği fazla şımarık bir çağdayız ama sizin tek bir ömrünüz var ve bu bolluk tek bir ömrü aşıyor. 

Ne yapacaksınız? Neyi seçeceksiniz?

*

Seçmek bir mesele. Önceden bir plan yapmadıysanız, kafanızda ne izlemek istediğiniz yoksa elinizde kumanda bir başlıktan öbür başlığa, bir kanaldan, bir platformdan diğerine dakikalarca dolaşacaksınız. Karar veremeyeceksiniz. 

Sırf katalogları incelemek belki film izlemek kadar sürecek. 

Karar verip izlemeye başlayınca bile aklınız hep diğer filmde kalacak. Okumadığınız kitapta, dinlemediğiniz müzikte kaldığı gibi. 

İçinizde bir tatsızlık kalacak. Nereden geldiğini nasıl karşı konulacağını tam bilemediğiniz bir tatsızlık.

Zamanın tatsızlığı. 

Bolluk çağının tatsızlığı.

*

İnsanlık, bu bolluk çağında düşünü kurduğunu bile bilmediği bir şeyi buldu. Her şey, neredeyse her şey, tabii eğer imkânınız varsa elinizin altında. Tüm gazeteler, televizyonlar, filmler, müzikler, kitaplar. Tüm fikri ürünler… Tek bir tık kadar yakınınızda. 

Geriye kalanlar da bazen yarım saatte, bazen gün içinde, bugün değilse yarın kargo marifetiyle kapınızda. Dehşet verici bir kolaylık. 

Neden mi dehşet verici? Yaşamaya, işlemeye, sindirmeye ve tatmin olmaya alan bırakmadığından. 

Üstüne, sıkılmaya zaman bırakmadığından. 

Nihayet, ortaklık kurmaya fırsat bırakmadığından. 

*

İlk meseleden başlayalım. 

Bolluk çağının sıkıntısını yazmaya geçen hafta, “Evrenin içinde bir evren, onun da içinde bir müzik kutusu” başlıklı yazıyla girişmiştim.

Orada bunca bolluk içinde tek bir albümü baştan sona dinleyememenin getirdiği ruh halinden bahsetmiştim. Müziğe tam anlamıyla vakıf olamama, onu kendi hayatına mal edememe ve bir bakıma odağı yitirme sıkıntısı: 

“(...) Çünkü bolluk da insanın işini zorlaştırıyor. Kendinizi kaptırırsanız odaklanmanızı, tekrarlamanızı ve neticede herhangi bir şeye hâkim olmanızı engelliyor. Bir albümü, bir şarkıyı, bir hissi ve hatta bir anıyı kendinize mal etmenizi engelliyor.”

Filmlerde, kitaplarda ve geri kalan her şeyde de aynı sıkıntı var. Düşünün, iyi bir film size kaç gün, kaç hafta, kaç yıl etki eder? Kaç saat mi demeli yoksa? Bir film, sizin zihninizde ne kadar oynar? Kaç matine, kaç suare? Onu düşünmeyi, ondan bahsetmeyi ne zamana kadar sürdürürsünüz?

O kadar çok film ve dizi var ki, belli bir filmin, belli bir sahnenin üzerine düşünmek zor artık. O filmi düşünmeye ayırdığımız vakit acaba onun hayatımız üzerinde etkisini şekillendirmeye yetecek mi?

Sonuçları henüz fark etmiyor olabiliriz. Basit bir örnek vereceğim; sinemada izlediğiniz bir film, iyi veya kötü, hafızanızda daha fazla yer eder. Çünkü çevresine kendi hikâyeniz örülmüştür. Kiminle gitmiştiniz? Yalnız mıydınız? Çıkışta yağmur mu yağmıştı? Koltuk rahat mıydı? Öncesinde hangi filmler tanıtılmıştı? Beyazperdeyle aranıza başka hiçbir uyaran girmemesi de cabası… 

Bugün bu bolluk içinde rahat rahat, peş peşe izlediğimiz filmleri, dizileri nasıl hatırlayacağız? Zihnimiz onları nasıl işleyecek? 

En önemlisi, onları kendi hayatımızla nasıl irtibatlandıracağız? Sonuçta tek bir ömrümüz var. Anlamlı kılmak istediğimiz bir ömür… 

*

Anlam demişken… Soluksuz, arka arkaya dizilen seçimlerden anlam üretmek zaten zor. Boşluk da lazım. 

Hatta o boşluğu sıkıntıyla da doldurmak lazım. Ama doldurabileceğimiz bir boşluk artık yok. Biz kendimiz tıka basa dolduk. Yerimiz kalmadı.

İngiliz müzik gazetecisi Simon Reynolds, “Retromania” isimli kitabında bunu o kadar güzel tarif ediyor ki: 

“Sıkılmaya, ilk gençlik yıllarımdaki o mutlak boşluk hissine dönük tuhaf bir nostalji hissi besliyorum. Zamanın hiçbir şeyle doldurulamayan o büyük boşlukları bana neredeyse ruhani gelen, çok yoğun bir can sıkıntısı veriyordu. Dijital öncesi çağdan bahsediyorum (CD’lerden önceki, kişisel bilgisayarlardan önceki ve internetten çok daha önceki çağdan). Sadece üç dört televizyon kanalı vardı; onlarda da izlemek istediğiniz pek bir şey bulamıyordunuz. DVD yoktu. Email yoktu. Blog ya da sosyal medya yoktu. Can sıkıntısını yatıştırmak için kitaplara, dergilere, plaklara başvurmak zorundaydınız ve onlar da bütçenizle sınırlıydı. Bugünün can sıkıntısı farklı. Bugünün can sıkıntısı süper-tatminle, dikkat dağınıklığıyla, huzursuzlukla ilgili. Bugün de çoğu zaman sıkılıyorum ama bunun seçeneksizlikle bir ilgisi yok. Bugün bin tane televizyon kanalı, Netflix, sayısız radyo istasyonu, dinlenmemiş sayısız albüm, seyredilmemiş sayısız film, okunmamış sayısız kitap ve YouTube’un labirentvari dev arşivi var. Bugünün can sıkıntısı aç değil, yoksunluğa dönük bir tepki değil. Bugünün can sıkıntısı, daha çok, ilginize ve zamanınıza yönelik aşırı talepten ötürü kültürel iştahın kaçmasından ibaret.”

Reynolds’ın bu satırları 2011 tarihli. Aradan geçen 11 yılda bu bolluğun ne aşamaya geldiğini çok iyi biliyorsunuz. 

Bugünün can sıkıntısı fena halde tok ve iştahsız… Tatsız.

*

Reynolds’ın andığı dönemlerle devam edelim. 

Şu cümleyi çok duymuşsunuzdur (belki de onu siz kurmuşsunuzdur): Eskiden Kara Şimşek başladığında sokaklar boşalırdı.

Ucuz nostalji için yazmıyorum bunu. Bir ortaklığı vurgulamaya çalışıyorum. Bolluk Çağı’ndan önce herkesin referansları ister istemez ortaktı. 

Herkes aynı filmi, aynı diziyi, aynı maçı seyrediyordu. Sonrasında herkes aynı şeyden bahsediyordu.

Biz seyrettiğimiz çizgi filmler üzerinden birbirimizi tanıyan çocuklarız. Nils ve Uçan Kaz’dan, Yakari’den, Clementine’den bahsedilince bizde akan sular durur. Bunlardan bahsedince birbirimize daha çok ısınırız.

Bunu illa ki iyi bir şey olarak söylemiyorum. Ama bu bir şey. Hayatımızdaki bir şey.

Çok seçeneğin, zenginliğin, bolluğun da müthiş bir getirisi olacaktır. Ama şunları da düşünmeden edemiyorum:

Ortak referanslar giderek azalınca ne olacak? İnsanlar birbirlerini nasıl bulacak? Ortaklıkta  minicik bir detay bir kalbi hızla ısıtırken, bir yüreği fazladan heyecanla çarptırırken, insanların birbirlerinin referanslarını tanımadığı o bollukta ne olacak? Çok sevilen bir filmden, diziden, şarkıdan söz açınca, onu anlatma çabası, melalden anlamayan karşıki kalp için, bir karikatürün anlatılırken yavanlaşması gibi tuhaf durmayacak mı?

Bu da geleceğin sorusu işte. 

Bolluk çağından türeyen bir zamane sorusu. Yeni tür ve bu defa işe yaramayacak gibi duran bir sıkıntının sorusu.


PS: Şimdi de “ucuz” nostalji: Yazı, Clementine’le bitsin!

Tüm yazılarını göster