Bu akşam “hadi bir film
izleyeyim” dedikten sonra ne yaparsınız?
En güzeli sinemaya gitmek
elbette ama sinema rutininiz giderek seyrekleştiğinden bu gece de
muhtemelen evden çıkmayacaksınız.
Televizyonlarda bir dolu film
var, üşenmezseniz bir yerlerden program bulup tek tek hangi kanalın
ne yayınlayacağına bakarsınız. Ama kim artık reklamlarla bölünmüş
bir film izlemek ister ki?
Büyük ihtimal platformlara
gideceksiniz. Türkiye’de şu anda aktif, abonelikle çalışan bir dolu
dijital platform var. Binlerce filmlik bir portföy. Ayrıca abonelik
harici satın alarak film izleyebileceğiniz ortamlar da mevcut.
Kablolu TV kanalları var. Daha bir sürü yöntem ve mecra
var…
Zaten sorun nerede izleyeceğiniz
değil artık. Ne izleyeceğiniz… Neyi seçeceğiniz.
*
Hakikaten neyi
seçeceksiniz?
Filmler bir yana, belki onlardan
da fazla, ortada bir sürü dizi var… Eski diziler, yeni diziler,
onlarca yüzlerce binlerce sezon.
Daha bunun müzik platformları
var. Daha bunun kitap platformları var. Daha bunun spor
platformları var.
Daha neler neler
var…
Ama vaktiniz yok. Tabii ki yok.
Kimilerinin “bolluk çağı” diye nitelediği fazla şımarık bir
çağdayız ama sizin tek bir ömrünüz var ve bu bolluk tek bir ömrü
aşıyor.
Ne yapacaksınız? Neyi
seçeceksiniz?
*
Seçmek bir mesele. Önceden bir
plan yapmadıysanız, kafanızda ne izlemek istediğiniz yoksa elinizde
kumanda bir başlıktan öbür başlığa, bir kanaldan, bir platformdan
diğerine dakikalarca dolaşacaksınız. Karar
veremeyeceksiniz.
Sırf katalogları incelemek belki
film izlemek kadar sürecek.
Karar verip izlemeye başlayınca
bile aklınız hep diğer filmde kalacak. Okumadığınız kitapta,
dinlemediğiniz müzikte kaldığı gibi.
İçinizde bir tatsızlık kalacak.
Nereden geldiğini nasıl karşı konulacağını tam bilemediğiniz bir
tatsızlık.
Zamanın
tatsızlığı.
Bolluk çağının
tatsızlığı.
*
İnsanlık, bu bolluk çağında
düşünü kurduğunu bile bilmediği bir şeyi buldu. Her şey, neredeyse
her şey, tabii eğer imkânınız varsa elinizin altında. Tüm
gazeteler, televizyonlar, filmler, müzikler, kitaplar. Tüm fikri
ürünler… Tek bir tık kadar yakınınızda.
Geriye kalanlar da bazen yarım
saatte, bazen gün içinde, bugün değilse yarın kargo marifetiyle
kapınızda. Dehşet verici bir kolaylık.
Neden mi dehşet verici?
Yaşamaya, işlemeye, sindirmeye ve tatmin olmaya alan
bırakmadığından.
Üstüne, sıkılmaya zaman
bırakmadığından.
Nihayet, ortaklık kurmaya fırsat
bırakmadığından.
*
İlk meseleden
başlayalım.
Bolluk çağının sıkıntısını
yazmaya geçen hafta, “Evrenin içinde bir evren, onun da içinde bir
müzik kutusu” başlıklı
yazıyla girişmiştim.
Orada bunca bolluk içinde tek
bir albümü baştan sona dinleyememenin getirdiği ruh halinden
bahsetmiştim. Müziğe tam anlamıyla vakıf olamama, onu kendi
hayatına mal edememe ve bir bakıma odağı yitirme
sıkıntısı:
“(...) Çünkü bolluk da insanın işini zorlaştırıyor.
Kendinizi kaptırırsanız odaklanmanızı, tekrarlamanızı ve neticede
herhangi bir şeye hâkim olmanızı engelliyor. Bir albümü, bir
şarkıyı, bir hissi ve hatta bir anıyı kendinize mal etmenizi
engelliyor.”
Filmlerde, kitaplarda ve geri
kalan her şeyde de aynı sıkıntı var. Düşünün, iyi bir film size kaç
gün, kaç hafta, kaç yıl etki eder? Kaç saat mi demeli yoksa? Bir
film, sizin zihninizde ne kadar oynar? Kaç matine, kaç suare? Onu
düşünmeyi, ondan bahsetmeyi ne zamana kadar
sürdürürsünüz?
O kadar çok film ve dizi var ki,
belli bir filmin, belli bir sahnenin üzerine düşünmek zor artık. O
filmi düşünmeye ayırdığımız vakit acaba onun hayatımız üzerinde
etkisini şekillendirmeye yetecek mi?
Sonuçları henüz fark etmiyor
olabiliriz. Basit bir örnek vereceğim; sinemada izlediğiniz bir
film, iyi veya kötü, hafızanızda daha fazla yer eder. Çünkü
çevresine kendi hikâyeniz örülmüştür. Kiminle gitmiştiniz? Yalnız
mıydınız? Çıkışta yağmur mu yağmıştı? Koltuk rahat mıydı? Öncesinde
hangi filmler tanıtılmıştı? Beyazperdeyle aranıza başka hiçbir
uyaran girmemesi de cabası…
Bugün bu bolluk içinde rahat
rahat, peş peşe izlediğimiz filmleri, dizileri nasıl
hatırlayacağız? Zihnimiz onları nasıl işleyecek?
En önemlisi, onları kendi
hayatımızla nasıl irtibatlandıracağız? Sonuçta tek bir ömrümüz var.
Anlamlı kılmak istediğimiz bir ömür…
*
Anlam demişken… Soluksuz, arka
arkaya dizilen seçimlerden anlam üretmek zaten zor. Boşluk da
lazım.
Hatta o boşluğu sıkıntıyla da
doldurmak lazım. Ama doldurabileceğimiz bir boşluk artık yok. Biz
kendimiz tıka basa dolduk. Yerimiz kalmadı.
İngiliz müzik gazetecisi Simon
Reynolds, “Retromania” isimli kitabında bunu o kadar güzel tarif
ediyor ki:
“Sıkılmaya, ilk gençlik
yıllarımdaki o mutlak boşluk hissine dönük tuhaf bir nostalji hissi
besliyorum. Zamanın hiçbir şeyle doldurulamayan o büyük boşlukları
bana neredeyse ruhani gelen, çok yoğun bir can sıkıntısı veriyordu.
Dijital öncesi çağdan bahsediyorum (CD’lerden önceki, kişisel
bilgisayarlardan önceki ve internetten çok daha önceki çağdan).
Sadece üç dört televizyon kanalı vardı; onlarda da izlemek
istediğiniz pek bir şey bulamıyordunuz. DVD yoktu. Email yoktu.
Blog ya da sosyal medya yoktu. Can sıkıntısını yatıştırmak için
kitaplara, dergilere, plaklara başvurmak zorundaydınız ve onlar da
bütçenizle sınırlıydı. Bugünün can sıkıntısı farklı. Bugünün can
sıkıntısı süper-tatminle, dikkat dağınıklığıyla, huzursuzlukla
ilgili. Bugün de çoğu zaman sıkılıyorum ama bunun seçeneksizlikle
bir ilgisi yok. Bugün bin tane televizyon kanalı, Netflix, sayısız
radyo istasyonu, dinlenmemiş sayısız albüm, seyredilmemiş sayısız
film, okunmamış sayısız kitap ve YouTube’un labirentvari dev arşivi
var. Bugünün can sıkıntısı aç değil, yoksunluğa dönük bir tepki
değil. Bugünün can sıkıntısı, daha çok, ilginize ve zamanınıza
yönelik aşırı talepten ötürü kültürel iştahın kaçmasından
ibaret.”
Reynolds’ın bu satırları 2011
tarihli. Aradan geçen 11 yılda bu bolluğun ne aşamaya geldiğini çok
iyi biliyorsunuz.
Bugünün can sıkıntısı fena halde
tok ve iştahsız… Tatsız.
*
Reynolds’ın andığı dönemlerle
devam edelim.
Şu cümleyi çok duymuşsunuzdur
(belki de onu siz kurmuşsunuzdur): Eskiden Kara Şimşek başladığında sokaklar
boşalırdı.
Ucuz nostalji için yazmıyorum
bunu. Bir ortaklığı vurgulamaya çalışıyorum. Bolluk Çağı’ndan önce
herkesin referansları ister istemez ortaktı.
Herkes aynı filmi, aynı diziyi,
aynı maçı seyrediyordu. Sonrasında herkes aynı şeyden
bahsediyordu.
Biz seyrettiğimiz çizgi filmler
üzerinden birbirimizi tanıyan çocuklarız. Nils ve Uçan Kaz’dan,
Yakari’den, Clementine’den bahsedilince bizde akan sular durur.
Bunlardan bahsedince birbirimize daha çok ısınırız.
Bunu illa ki iyi bir şey olarak
söylemiyorum. Ama bu bir şey. Hayatımızdaki bir şey.
Çok seçeneğin, zenginliğin,
bolluğun da müthiş bir getirisi olacaktır. Ama şunları da
düşünmeden edemiyorum:
Ortak referanslar giderek
azalınca ne olacak? İnsanlar birbirlerini nasıl bulacak?
Ortaklıkta minicik bir detay bir kalbi hızla ısıtırken, bir
yüreği fazladan heyecanla çarptırırken, insanların birbirlerinin
referanslarını tanımadığı o bollukta ne olacak? Çok sevilen bir
filmden, diziden, şarkıdan söz açınca, onu anlatma çabası, melalden
anlamayan karşıki kalp için, bir karikatürün anlatılırken
yavanlaşması gibi tuhaf durmayacak mı?
Bu da geleceğin sorusu
işte.
Bolluk çağından türeyen bir
zamane sorusu. Yeni tür ve bu defa işe yaramayacak gibi duran bir
sıkıntının sorusu.
PS: Şimdi de “ucuz” nostalji: Yazı,
Clementine’le bitsin!
