Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip, kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın
– “Çember”, Murathan Mungan
Geçtiğimiz günlerde duyurusu yapılan, ismini bulmak için muhtemelen büyükçe bir ekibin gece gündüz kafa kafaya vererek çalıştığı “Live From Istanbul Fest” adlı bir festivalin tanıtım metninde “yılın en büyük müzik festivali” olduğu söyleniyordu. Biraz araştırınca bugüne dek yabancı sanatçıların da yer aldığı, bu tip bir festival düzenlememiş ama Türkiye’de hatırı sayılır boyutta ve sayıda konserler düzenleyen bir organizasyon şirketinin işi olduğu anlaşıldı. Metni yaz(dır)an(lar) hızını alamıyordu, festivalin ana ismi David Guetta’yı “dünyanın 1 numaralı DJ’i”, katılan sanatçıları da “sezonun en güçlü festival kadrosu” ilan ediyorlar. David Guetta’nın ne büyük bir müzik adamı olduğunu da mesela 5.650 ₺ ödeyip kendisini VIP Lounge’dan izlemeye razı insanlarımıza anlatırken muhtemelen Google Translate’den yararlanılmış ki metinde “40 milyardan fazla küresel akış” gibi ibareler yer alıyor. Neden bahsedildiği bilinmese bir DJ değil de dünyaca ünlü bir nefes terapisti veya yogi ülkemize geliyor sanılabilir.
Neyse, ben böyle detay ve saçmalıklara takılırken 10 binlerce kişi 3 gün boyunca Yenikapı’da David Guetta dışında Teoman’dan Gripin’e, Tan Taşçı’dan Onur Özdemir’e, Funda Arar’dan Yasin Keleş’e kadar yirmiye yakın, ülkemizde konserine ender (!) rastlanan “yıldızı” dinleyecek. Bir sürü para kazanılacak ve kaybedilecek, kan, ter ve gözyaşı akıtılacak, şarkılar ve yalanlar söylenecek, gençler “müziğin enerjisiyle adeta kendinden geçecek” ve “İstanbul müziğe doyacak”. Senelerdir içinde yer alanların değersizleştirmekte birbiriyle yarıştığı başat yaratıcı sektör olan müzik, yine şişirmeler ve abartılarla dolu basın bültenleriyle düştüğü yerde kalacak. Hem de buna hiç gerek yokken.
Müziğin geleceği, son 20 senedir geçmişinin de olduğu gibi, “canlı”da. Yani konserlerde. Kayıtlı müzik teknolojinin ve çağın getirdikleriyle suret, kabuk, nitelik, anlam ve model değiştirirken müziğin canlı icra ediliş biçimlerinde neredeyse hiçbir değişiklik olmuyor. Hâlâ – nasıl oluyorsa – sahnede görülüp duyulan çoğu şey gerçek. Birileri o anda birtakım enstrümanlar çalıyor ve birileri hakikaten şarkı söylüyor. Elbette istisnaların bini bir para ve izlettiği ama daha önemlisi dinlettiği şeyi seyirciye sunan (“yutturan”) pek çok müzisyen/şarkıcı (“sanatçı”) da var ama hâlâ konser performansının izleyicideki deneyimi on yıllardır hemen hemen aynı. En başta sosyal medya sayesinde artık insanları bir etkinlikten haberdar ve motive etmenin kolaylaşmasıyla, konsere gitmenin de konser kadar önem kazanmasıyla “ekmek konserlerde” hâli küresel olarak uzun süre devam edecektir.
Ama aslında bugün biraz kayıtlı müzikten bahsetmek isterim. Yazılarını hevesle takip ettiğim müzik tarihçisi ve yazar Ted Gioia güncel bir makalesinde bir majör plak şirketini yönetiyor olsaydı yapacağı on şeyi sıralamış. Kendisi her bir öneri / sav / eylemle ilgili gerekçelerini alt metinlerde uzun uzun açıklıyor ama ben sadece başlık cümlelerini tercüme ederek kullanacağım ve kısmen kendi fikirlerimi kısmen de bunların buraya uyarlanmış hallerini anlatmaya çalışacağım.
Genel müzik dinleyicilerinin kendilerinin önüne çık(artıl)mayan müzikleri yok saymaları veya pek çok şarkının, şarkıcının ve gurubun varlığından haberdar dahi olmamaları normal bir durum. Bu durumu müziğin arz ve talebine dair değerlendirdiklerinde kaçınılmaz ve optimal sanmaları da. Ama değil. Müzik de, erkek egemen güç savaşına endeksli kapitalist düzenin hemen hemen her alanında olduğu gibi, tekelleşme ve köşe tutmayla kontrol ediliyor ve sunuluyor. Eski düzende sizlere hangi müziğin ulaşıp ulaşmayacağının kararını verenler bugün müziği hepinize ulaştıran dijital platformların hissedarı şirketlerin yöneticiliklerini yapıyorlar. Spotify gibi müzik dağıtımında ve tüketiminde sanal bir demokratikleşme algısı yaratan dijital platformlar kendi kârlılıkları neyi gerektiriyorsa onu yapmaya, çalma listeleri (playlist) modeliyle binlerce sanatçıyı ve şarkılarını ilelebet yok saymaya devam edecekler. Zira bu sektörün altta kalanın canını çıkarmaya yeminli işleyişini değiştirmek gibi bir misyonları olmadığı gibi, tepenin gücünü daha da konsolide ederek vahşileştirmekten başka bir çıkarları yok.
İşte Gioia da, bu çarkı besleyen en hacimli küreklerin sahibi majör plak şirketlerinin yaklaşımlarını sorguladığı önermelerle geliyor. Çok kısa anlatmak gerekirse, “majör plak şirketleri”, dünyadaki kayıtlı müziğin yaklaşık yüzde 75’inin hak sahibi olan, yalnızca dijital streaming modelinden birlikte saatte 1 milyon dolar (yanlış yazmadım, yanlış okumadınız) gelir üreten üç adet küresel dev şirketi ifade eder. Onların yarattığı bu sistemde, zirvedeki bir avuç sanatçı kendileriyle birlikte büyük servetler kazanırken diğer yüz binlercesi kuruşlarla yetinmektedir. Buralardaki bakış açılarının ve eylemlerin değişmesi müzikte A’dan Z’ye köklü bir değişimin öncüsü olacak niteliktedir ve belki bir gün artık saçma sapan basın bültenlerinin berbat metinlerini okumaya, birbirinden vasat ve taklitçi ezberlerin “al gülüm ver gülüm” kurgulu festival kadrolarına reva görüldüğünüz zamanlar geride kalabilir. Gioia’nın her fikrine katılmasam da bu yönde düşüne düşüne, konuşa konuşa herkes için daha verimli vahalara erişilebileceğini düşünüyorum. Aşağıda, neler yapılabileceği…
1- “Spotify’i devre dışı bırakmak için diğer şirketlerle iş birliği yapar, eski günlerde olduğu gibi müzik dağıtımını kendi bünyemize çekerim.”
Bence bu başlangıç olarak önemli bir adım olurdu. Müzik dağıtımını ve iletimini robotize ve algoritmize etmenin mutlak, adil ve doğru bir yol olmadığı gelir dağılımının halinden aşikâr. “Tabii devler bir araya gelirken sektörün menfaatini ön planda tutmalı ve şu ana kadar yaptıkları şekilde şımarık küçük çocuklar gibi kavga etmeyi bırakmalılar” diye ekliyor Gioia. Süt Üreticileri Birliği gibi bir örnek vermiş; süt ve süt ürünleri sektörünün kolektif çıkarlarını gözeten. Bizdeyse yapımcıları temsil eden meslek birliğinin baş koltuklarında oturan ve tamamı erkeklerden oluşan kadro ben 18 sene önce bu ülkeye döndüğümden beri neredeyse hiç değişmedi. Çoğumuzun Yeni Türkü’den dinleyip öğrendiği Murathan Mungan şiirinin satırlarındaki gibi, “ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın”. İlelebet.
2- “Yeni streaming platformumuz şirket bünyesindeki sanatçılara da mülkiyet veren bir kooperatif modeliyle işleyecektir.”
Sanatçılara yıllardır adil olmayan anlaşmalarla bir rakip gibi bakan anlayışın değişerek yeteneğin ürettiği gelire yeteneğin sahibini paydaş etmeyi öneriyor yazar burada. Yetenek ve sanatla gelir üreten iş modellerindeki çalışma dinamiklerini bilen biri olarak bana biraz fazla idealist gelse de, keşke böyle bir şey olabilse diye düşünüyorum.
3- “Bu platformumuz kurulduktan sonra Spotify ve diğer teknokrat platformlarını ya devre dışı bırakarak müzikseverlerle direkt bağlantı kurar ya da masaya oturup koşulları yeniden müzakere ederim”.
Şayet platform yani ürün, Spotify vb. platformların teknolojik seviyesine ve niteliklerine eşdeğer veya üstün gelirse neden olmasın? Ama günümüzün ve geleceğin dijital jenerasyonları ve teknoloji kullanıcıları için kusursuz işleyen platformlara yönelmek kaçınılmaz. En iyi ürün en iyi, hızlı ve basit çalışandır. Bunun için mevcut platformların kadrolarından kapsamlı transferlerle ancak böyle bir şeyin olabileceğini düşünüyorum.
4- “Yönetici ekibimi müziği seven ve anlayan insanlardan kurarım.”
Daha fazla katılamazdım. Müziğin başına ne geliyorsa bazı sanatçıların ehlileştirilemez hırsları ve bencillikleri kadar müzik sevgisinden ve bilgisinden yoksun ama açıkgöz tüccarların bu alanda atlar koşturup Üsküdarlar geçmelerinden geliyor. Yetenek avcılarının dev gibi kulakları ve sezgileri, pazarlamacıların kopya ezberler ve ucuz numaralardan uzak duracak cesareti, onları çalıştıracak yöneticilerin de buna uygun vizyonları ve yürekleri olması gerekiyor.
5- “A&R (Sanatçı ve Repertuvar) kararlarının 14 yaşındakilerin müzik sevgisine göre alındığı günleri sona erdiririm.”
Buna da daha fazla katılamazdım. Huzurevi işletmeciliği ve tıp hariç hemen her alanda gençler, ergenler, hatta çocuklar hayattaki her ticari kararın arkasında ihtiyaç ve zevkleri en ön planda tutulması gereken yaş grupları olarak kanıksandı. Nedeniyse fazla sorgulanmıyor. Yetişkinler “bugünün çocukları yarının kalıcı müşterileridir” yarı-mitinin peşinde koşturarak kararlar alırken, Gioia 24 yaş altının müziğe harcadığı paranın gittikçe düştüğünü, müziğin 70’lerle 2000’ler arası kitlesel gençlik akımları (Disco, Punk, Grunge gibi) yaratma kabiliyetini yitirdiğini, “teen pop star” fenomenin neslinin tükenmekte olduğunu savunuyor.
6- “Yapay zekadan uzaklaşırım – bunu yapmak hiç zor değil.”
Yine, sonuna kadar katılıyorum. İlk günden beri yapay zekayla üretilen müziklerin hiçbir kalıcı cazibesi olamayacağını, olsa da bunun üzerine sağlıklı ve tabana yayılan bir iş modeli oluşturulamayacağını savunuyorum. Haydi bu ikisinde yanılmış olayım; insanı ve insanın şifrelerini bulup da üretmeyi başardığı belki de en güzel şey olan müziği bilgisayarlara ürettirmenin ne gibi bir faydası, heyecanı, albenisi, güzelliği ve en önemlisi, hikmeti olabilir ki? Plak şirketi yönetirken her alanda maliyet düşürmeye gidilebilir ama bu, müziğin niteliği pahasına asla yapılamaz. Yapay zekayı unutmak, sıfır dinleyicisi olan bir türden uzaklaşmak kadar kolay. “Hem hatırlayın, 35’lik Taylor Swift hâlâ 2 milyar dolar ciroyla konser bileti satıyor” diye ekliyor yazar. Ama ne!
7- “Müzik okullarındaki en kabiliyetli öğrencileri bulur, onlara sınırsız sanatsal serbesti sağlayacak kontratlar önerir ve şirkete kazandırırım.”
Bunun etkili ve iyi bir fikir olacağından emin değilim. Biraz karmaşık ve ikircikli bir alan. Popüler müzikte gelir potansiyeli müzikal yetenekle bir yere kadar doğru orantılıdır. Karışımın içerisine giren çok fazla etken var. Bu biraz futbolda “kulüp ve federasyon yöneticileri sadece eski futbolculardan oluşsun” veya “hastaneleri sadece doktorlar” yönetsin demek gibi oluyor. Ki müzik işiyle müzisyenlik gerçekten farklı alanlar olduğu gibi iş adamlığına soyunan müzisyen son derece itici bir figür olabiliyor. Gioia son cümlesinde argümanını dengelemeyi seçiyor: “hem binlerce kahve dükkanına yetenek avcılarını göndereyim ama müsaade edin Juilliard ve Berklee’de okuyan 18 yaşındaki dâhiye de imza attırabileyim.”
8- “Bir sanatçıyla anlaşma imzalarsam iş birliğimize 5 yıldan az olmayacak şekilde, hep uzun vadeli bakarım.”
Buna söylenecek fazla bir şey yok; bence de. Bugün karşılaştığımız birçok sanatçıya anlaşmaların en az 5 yıllık süreyle yapılmasının iki tarafın da menfaatine hizmet ettiğini anlatmak gerekse de, dürüst ve doğru iletişimle bunun kabulünde pürüz yaşanmadığını söyleyebilirim.
9- “Fiziksel formatlara dört elle sarılırım.”
Bunu, yazarın yaşadığı ABD gibi ülkeler için savunmak daha kolayken Türkiye gibi CD formatının bariz şekilde “öldüğü”, plak formatının da hobi dükkanı seviyesinde hacim döndürebildiği, yaratıcı fikir ve sanat eserlerinin parasal karşılığıyla bir türlü barışamayan toplumların ülkeleri için oldukça zor. Gerekçelerini detaylandırmaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Belki ancak majörler streaming sarhoşluğundan kafayı kaldırır da eski günlere muazzam bir özlem duyarlarsa onların ivmesi aslında çok kazançlı olabilen fiziksel formatları yeniden ön plana çıkartabilirler.
10- “Kovulmayı göze alırım. Zamane akımlarının kasıtlı aptallaştırmaları ve başarısız stratejilerinin mimarı olacağıma konforlu müzik patronu koltuğumu kaybetmeyi yeğlerim.”
İşte bu harika bir final. Ted Gioia bunu öyle güzel anlatmış ki, gerekçelerini direkt tercüme etmek hepimiz için yapılabilecek en güzel şey:
“Ne zaman büyük bir organizasyonu değiştirmeye çalışsanız, muazzam bir geri itme ve ataletle karşılaşırsınız. Ancak büyük plak şirketlerinin mevcut yaklaşımı (1) müzik yapımının ekonomisini yok etti, (2) yeni müziğe olan talebin çöküşüne yol açtı ve (3) sanat ve yaratıcılığı baltaladı. Müziğe önem veren insanın bununla mücadele etmesi gerekiyor. Ve eğer biraz zaman verirseniz, farklı yaklaşımımın işe yarayacağına inanıyorum. Beş yıl muhtemelen yeterli bir süre ama sonuç alamadan kovulabilirim.”
Evet, hepimiz kovulabiliriz, her yerden ve her şeyden. Ya da kendi kendimizi kovabilir, kovdurtabilir, kovalayabiliriz. Bazen bir evden, okuldan, şirketten, bazen de bir ülkeden, bir aşktan, hatta bir hayattan. Yeter ki kendimize dürüst olalım.