Hayatımız karşılaşmalar ya da karşılaşamamalar serüveni.
Hatta hayatımızın akıbeti de bunlarla tanımlanıyor gibi
geliyor.
Bir insanla karşılaşma, bir kediyle, bir kitapla, bir filmle
karşılaşma… Ya da bir duyguyla, bir travmayla, bir mekânla
karşılaşma…
O karşılaşmaların bizi iç karşılaşmalara sürüklemesi, hem
içimizde hem dışımızda farklı yerlere götürmesi…
Hayatın büyüsünün bu karşılaşmalarla belirlendiğine
inanıyorum.
Karşılaşma dediğimiz şey, karşı karşıya olmayı içeriyor, bir
ölçüde yüzleşmeyi, biraz kendini açmayı, biraz karşı tarafın
açılmasını…
Karşılaşmalar ilişkileri doğuruyor.
Herhangi bir nesneyle kurulan anlamlı ilişki, o nesneyle
birlikte soluk alıp vermeyi gerektiriyor.
Karşılaşmalarla bir parça başkalaşıp karşımızdakiyle birlikte
ilişkinin dönüştürücü işlevi sayesinde başka biçimler de
alabiliyoruz.
Bu bütünlüğümüzü ya da benliğimizi kaybetmeyi değil, ilişkilerle
birlikte zenginleşme olanağını bize veriyor.
Kendisini karşı tarafa açmaktan kaygı duyan, çünkü açtığı vakit
enfekte olacağını düşünen ya da karşı tarafın açıklığından
kendisine bir şey bulaşacağını sanan insan canlısı, bu
karşılaşmaları engellediğinde dışarıdan beslenmeyi kesecek, kendi
içsel kaynaklarını da zamanla tüketip çoraklaşacaktır. Böylece
kendi kapalı sistemini yaratacaktır. Kapalı sistem içe gömülmeye
neden olacak ve bireylerin duygusal, sosyal, zihinsel hareket
kabiliyetleri de kısıtlanacaktır.
Kendi kapalı sistemini yaratan bireylerde ve toplumlarda
yaratıcılığın gelişmeyeceği aşikâr.
Rollo May’in cümleleriyle ifade edersek, “yaratıcılık bir
karşılaşma edimi içinde ortaya çıkar ve karşılaşma merkez olarak
alınırsa anlaşılabilir.”
Şair bir imgeyle karşılaşır, o imge tarafından ele geçirilmeyi
veya o imgenin peşine düşmeyi deneyimler. Peşine düştüğünde bazen
yara bere içinde kalır, bazen huzurla uykuya dalar.
Kimsenin görmediği bir biçimde o imgeyi yoğurur ve ortaya şiir
çıkar.
Benzer denklem bir ressam için, müzisyen veya yönetmen için de
geçerlidir.
Hatta bir insanın yaratımı için de bu söz konusudur.
Yine Rollo May’i referans verecek olursam, ona göre “Cinsel
birleşmede iki kişi birbiriyle karşılaşırlar; birbirleriyle tekrar
bütünleşmek için kısmen geri çekerler kendilerini. Erkek kadınla
bütünleşir, kadın da erkekle; ve kısmen geri çekilme, ikisine de
yeniden dolmanın vecd yaşantısını verecek en uygun yol olarak
görülebilir. Her biri kendi yolunda etkin ve edilgindirler. Bu bir
süreçtir.
Eğer erkek basit bir şekilde kadının içinde durursa, olup biten,
iç içeliğin doğurduğu hayreti uzatmanın ötesinde bir şey
değildir.
Yaratıcılığın son aşamasının açısından bakılırsa anlamlı olan,
karşılaşma ve tekrar karşılaşmanın sürüp giden deneyimidir.
Cinsel birleşme, iki varlığın iç içeliğinin, olanaklı en dolu ve
zengin karşılaşma içindeki son noktasıdır. Bu deneyimin yeni bir
varlığı üretmesi açısından da yaratıcılığın en yüksek biçimi olması
çok anlamlıdır”.
***
Edebiyat eserlerinde de karakterlerin birbirleriyle
karşılaşmasıyla ortaya hem o kişilerden bağımsız hem de o kişileri
de içeren başka kişilere dönüştüklerine tanık olabiliriz.
Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz
ve Nuran’ın karşılaşmasını hatırlayalım. Veya Yusuf Atılgan’ın
Aylak Adam’ında C. ile Ayşe’nin, Güler’in ilişkisini
düşünelim. Her iki romanda da bu karakterlerin ilişki içinde nasıl
dönüştüklerini, birbirlerinde hangi özellikleri tetiklediklerini,
hangi geçmiş travmaları canlandırdığını görürüz.
Irmak Zileli’nin Gölgesinde isimli son romanında da
Leyla’nın çıktığı o uzun yürüyüşte, eşiyle yaşadığı kapalı sistem
özellikli ilişkisinden sıyrılıp, kendisini karşılaşmalara nasıl
açık bir hale getirdiğini, o yürüyüşte karşısına çıkan kişilerle
nasıl bambaşka bir Leyla’ya dönüştüğüne tanık oluyoruz.
Bu karşılaşmaların dönüştürücülüğüne dair bence en sağlam kanıt,
yazar/sanatçı mektuplaşmalarıdır. Hermann Hesse ve Thomas Mann’ın,
Van Gogh ile kardeşi Theo’nun, Leyla Erbil ile Tezer Özlü’nün
mektuplaşmaları, Sabahattin Ali’nin mektupları bu minvalde ilk
aklıma gelenler.
Oğuz Atay’ın “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin
acaba?” cümlesindeki duygu tonu da yazarın ve pek tabii metnin
okuyucusuyla bir an önce karşılaşma arzusunu çağrıştırıyor bana.
Çünkü o karşılaşmalar yaşandıkça yazar varlığını
duyumsayabiliyor.
Karşılaşmalar bir ölçüde ayna işlevi de görüyorlar.
***
İlişki dediğimiz canlı bir organizma. Hem kendimizle hem de
ötekiyle kurduğumuz ilişkide de bu geçerli.
Her ilişkinin kendisine göre besin kaynakları, bağışıklık
sistemi, sindirim sistemi, hastalıkları, yorgunluğu, coşkunluğu,
ölümü vs. var.
Bazen kendimizle ya da ötekiyle kurduğumuz ilişki çıkmazlara
girebilir, ilişkinin hastalandığını düşünebiliriz.
Böyle bir durumda psikoterapiye başvurabiliriz.
Psikoterapi de bir yaratma sürecidir.
Danışan ve psikoterapist karşılaşır, birlikte soluk alıp vermeye
başlarlar.
Terapist, danışanın ruhsal malzemesini, hem içindeki hem de
dışındaki karşılaşmaları danışanla birlikte yaratıcı bir sürece
dönüştürür.
Burada “birlikte” kelimesinin altını çiziyorum.
Çünkü terapist sihirli değneği olan, olağanüstü güçlere sahip,
tüm soruların cevabını bilen biri değildir. Tek başına hiçbir şeyi
çözmez, çözemez. İki seansta da hiçbir şeyi çözemez. Sürece ihtiyaç
duyar.
Tıpkı anlamlı her ilişki gibi.
Terapist-danışan karşılaşması diğer karşılaşmalardan bir nebze
farklıdır. Çünkü terapist yüksüz (kendi sorunlarını işin içine
katmayan), yansız (taraf tutmayan) ve yargısız olmak
durumundadır.
Terapistin bu özellikleri danışanla kurulan ilişkiye farklı
anlamlar ve değerler katabilir.
Otto Rank şöyle der: “(…) terapist usdışı kaynakların bulunduğu
hastanın tuvali gibi davranmak durumundadır. Hastanın eline
tutuşturulan canlı bir fırçadır terapist.”
O fırçanın esnekliği, renkleri tutma kapasitesi terapistin
becerisiyle ilintilidir.
Bu fırçayla tuvalin nasıl bir eser oluşturacağı o birliktelikte
şekillenecektir.
Hayat karşılaşmalardan ibaretse, bu karşılaşmaların iyiliği veya
kötülüğü üzerinde değil, her karşılaşmanın deneyimsel zenginliği ve
dönüştürücülüğü üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü hayatı yaratıcı bir sürece dönüştürmek ancak bu şekilde
mümkün olacaktır.