Cemal Süreya, İlhan Berk için “Şiir diye bir şey olmazsa, o icat ederdi” mealinde bir söz söyler. Ben de naçizane el yükseltiyorum. Sahne diye bir yer olmazsa, Vedat Yıldırım onu icat ederdi.
Bu bilgi halen tuhaf geliyor ama evet, Ankaralı. İstanbul’a ilk
geldiğim yıllarda konuk oldukları bir üniversite söyleşisinin aynı
zamanda televizyon programı olduğunu geç fark etmiştik. Bilmiş
bilmiş sorduğum soru bir yana, programdan sonra hemen yanında
bitmiştim. Ne işe yarayacaksa o bilgi, “bizim oralı” olduğundan
emindim. Ankaralı olduğunu duyunca yaşadığım hafif dehşet baki
kaldı ona dair. Az evvel hayattan soğumuş insanın sahnede içinden
bir canavar çıkması dehşeti.
Vedat Yıldırım, kendi imzasıyla “Wedo”, memleketin yüz akı müzik
gruplarından Kardeş Türküler’in solistlerinden biri, ilk günden bu
yana. Kardeş Türküler, Boğaziçi Üniversitesi’nden neşet etmiş bir
“proje”. Kelimenin kötü haline çok maruz kaldığımızdan, tırnak
içine mecbur kalıyoruz. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST)
projesi olan Kardeş Türküler’in 1997’deki ilk albümünden bu yana
orada şarkı söylüyor Vedat Yıldırım, arkadaşları yoldaşlarıyla
beraber – buraya bir Feryal Öney yazısı da gelecek yakın
zamanda.
Benim ve sanırım çağdaşlarımın çoğunun esas Kardeş Türküler
albümü Doğu. “Dargın Mahkûm”la başlayan, bir Tenekeci
Mahmut derlemesi olan “Nevruz Türkü” ile devam eden, nihayet Ermeni
halk şarkısı “Haynırına” ile biten 11 şarkılık o albümün hatırası
çoğumuzda çok derin. Halen Kardeş Türküler konserlerinde en coşkulu
anların o şarkılarda yaşandığını “sanmamız” da sanırım bizim
kuşağın kusurlarından biri sayılabilir. Albümün Kardeş Türküler
sitesinde açıklama kısmındaki şu yorum, kanımca halen dikkate
değerdir: “Yaşanan türkü trendinin taşıdığı tehlikeler, gerçekten
de bu coğrafyanın müzik kültürüne yaklaşımda ciddi bir ihtimamı
zorunlu kılıyor: ‘türkülere dönüş’ süreci ne yazık ki, Anadolu,
Mezopotamya ve komşu bölgelerin müziklerinin
‘homojenleştirilmesi/anonimleştirilmesi’ sürecine dönüşmüş
bulunuyor. Güzel, içli ve narin türkülerin ‘soft’ bir formatla ve
kibar bir Türkçe ile okunduğu, etnik farklılıklar bir tarafa (bu
hiç gündem olamamıştır) bölgesel-kültürel farklılıkların da şablon
düzenlemeler içinde eritildiği, mahiyet itibariyle ‘özgün müzik’
geleneğine komşu olan bu tarzın yarattığı ve yaratacağı müzikal
tahribata daha ayrıntılı olarak bakılması gerekir.”
Vedat Yıldırım’ı sahnede ilk ne zaman dinledim diye düşünüyorum,
bulamıyorum. İstatistik ilmine başvurmama gerek yok ama başka bir
sorunun yanıtı için. Hayatta, sahnede en çok Kardeş Türküler
izledim. Sonra “Bajar” doğdu, izledim. Sonra “Ev Kayıtları” albümü
geldi, lansman konserinde bizzat aynı sahneyi bölüştüm Vedat
Yıldırım ve Cansun Küçüktürk’le beraber. Bir süredir konser
veremedikleri Açıkhava, Kadıköy’ün çeşitli mekânları, Beyoğlu,
Ankara, Diyarbakır, Mardin… Epey yerde, epey defa dinledim.
Hepsinde ayrı bir tat aldım, hiçbirinde asla sıkılmadım ve hep
“öğrenmiş” döndüm, nereye dönüyorsam. Sahneye neredeyse iman
etmenin ne demek olduğunu, sahnede var olmanın ne demek olduğunu,
enstrümanın aslında neye dönüştüğünü, bizzat sesin enstrüman
olduğunu. Bu meyanda, dinleyicilik “kariyerim” için Kardeş Türküler
ve ardından Bajar, diyebilirim ki, okul görevi görmüştür.
Sahnesiyle, hazırlığıyla, şarkı seçimleriyle, icra iştahıyla,
kulisiyle ve evet, sonrasında oturulan masalarıyla da.
Burada müzik üzerine yazmaya çalıştığım her yazıda, aslında bir
icradan bahis açıyorum. Konu Vedat olunca sadece bir icradan bahis
açmak çok zor. Ama deneyeceğim. İlki, Kadıköy’de teraslı bir ev,
kalabalık bir masa, masanın ucunda Eşber Yağmurdereli oturuyor. O
akşamın bir kaydı vardı, yıllarca açıp dinledim. Sonra çalınan
bilgisayarla uçup gitti, bunda da vardır bir hayır dedim. Orada
Vedat’ın icrası değil, susmasını övmek isterim. Eşber Yağmurdereli,
dudağında sigarasıyla bir potpuri yapıyor Erzurum türkülerinden.
Hepimiz, herkes Vedat’a bakıyoruz. O da eşlik etsin, türkünün
ucundan tutup havalandırsın, bu tam onun ses aralığında, kim bilir
ne kadar güzel söyler diyoruz gözlerimizle birbirimize. Vedat, hiç
katılmıyor, huşu içinde dinliyor, Yağmurdereli potpurisi bittiğinde
de aramızda en aşkla alkışı o çalıyor.
Ekim 2010’dan bir kayıt. Ari Hergel çalıyor, “Kör Fotoğrafçılar”
projesi var, zifiri karfanlıkta müzik icra ediliyor. Gomidas
anılıyor ve Vedat “Seyran” söylüyor Kurmancî. Arto Tunçboyacıyan
ritimle eşlik ediyor. Vedat’ın eli önünde kavuşuk. Gözü zaten
kapalı. Hayatımda bu kadar içten bir icrayı az biliyorum. Orada
olmadığım için hayıflanıyorum.
Ve “Ev Kayıtları” albümündeki “Söğütlüçeşme”. Benimle
Üsküdar’da, Kurtuluş’ta, Cağaloğlu’nda dolaşan o şarkının
nihayetinde, hayatımda bir mart günü bütünlenmesi. Tam da o
durakta: “Söğütlüçeşme durağında/ Bekleyen gözler küsmüş/ Egzozlu
parfüm kokusu/ Halimize tüy dikmiş/ Sen esmeyince buralarda/
Meltemler poyraz olmuş/ Asfaltın topuk sesleri/ Şarkımıza meşk
etmiş”.
Cemal Süreya, İlhan Berk için “Şiir diye bir şey olmazsa, o icat
ederdi” mealinde bir söz söyler. Ben de naçizane el yükseltiyorum.
Sahne diye bir yer olmazsa, Vedat Yıldırım onu icat ederdi.
Evvela not: Cüneyt Cebenoyan toprağa verildi. Hep iyilikle
hatırlayacağım onu. Hüda rahmet etsin.
Saniyen not: Geçen hafta eser sayıda okur ahbap neden yazı
yazmadığımı sordu. Yanıtı geçiştirdim. Sebep bir iletişim
kazasıydı. Sanırım “gazete” ortamında “üst kurmaca”ya başvurmak
anlamlı değil. Editörüme notum olsun bu da.
Salisen not: Cihat Duman şairdir. Üstelik çok da iyi bir
şairdir.