“Her gün etiketleri değiştiriyorum. Ama değiştirdiğim etiketlerin ait olduğu bu ürünleri artık alamıyorum.”
Bir marketler zincirinde çalışan genç kadın, yüzlerce oynak etiket marifetiyle “yabancılaşma”yı anlamıştı, bir çırpıda da anlatıyordu.
İnsanın doğaya, kendi doğasına, bir diğeriyle ilişkisine, emeğine yabancılaşmasının “zincirinden boşalmış döviz kuru” versiyonu, kendi yapıştırdığı etikete bile yabancılaşmasıydı.
Lüks giyim kuşam, elektronik cihazlar, otodan moto değil; orta halli insanların temel ihtiyaç poşetini giderek daha az doldurabildiği ürünlerden müteşekkil bir marketti sadece.
Tüketiciden tüketilen olmaya doğru yuvarlanan nice ailenin bildiği ve önünde sindiği, neredeyse diz çöktüğü raflar işte!
“İnsanın yabancılaşması” kendini ve bir diğerini bulabilmesinin yolunu kafadan açabilir miydi?
Yoksa “yabancılaşmaya yabancılaşma”yı da kıracak bir aşama, yani siyasi bir eylem, parti, buluşma, umut, hayal, ses, çağrı, dayanışma, uyanış, uyarış… artık her neyse, bunlar olmadan, yabancılaşmanın farkındalığı bulunmadan, “iki yabancı” mı kalırdık?
Binlerce kayba dün üç askerin daha eklendiği bu ülkede bu kadar acı varken, sadece “kötülükten kaçış” umudunun bir gelecek kurmaya yetmeyeceğini pek düşünmeyebiliriz.
Canımız acırken, acıyan canımızdır!
Hele bir bitsin. Ötesi, can sağlığı!
Oysa “acıların ortaklığı” üstüne kurulmayan, sadece ortak acıları vurgulamakla kalmayıp birbirine düşman dahi görünen “acıları ortak kılmayan”, bu mevzuda ayrımcı olabilen, bir acıyı bir diğeriyle tanıştırmayan, sabırla bir diğerine anlatamayan ve ortak bir umut sunamayan bir siyaset ufkunun, sandık ihtimali varsa bile, hakiki bir gelecek vaadi olamaz.
80 öncesinden kurtul, 12 Eylül’den kurtul, Özal’dan Demirel’den kurtul, Ecevit’ten kurtul… Şimdi de malum!
Neyi kurduğunu, ne kurulduğunu, kurgunun ne olduğunu açık açık duymadan duyumsamadan, anlamadan anlatmadan, bilmeden bildirmeden, tahayyül etmeden hayal ettirmeden, insanları bunun etrafında buluşturmak için uğraşmadan belki seçim de kazanırsın, ama ülkeyi, halkı ve geleceği kazanamazsın muhtemelen.
Bunu gerçekten sunabilecek tek tarihî potansiyelken; bir türlü anlatacak, ikna edecek, yol alacak, hakiki dayanışmayı temsil edebilecek bir kapsayıcılığa ulaşamayan “Sol” programın unsurları olabilirdi bunlar.
Çünkü diğerlerinin beslendiği ana damarda, hep dışlama, ötekileştirme, ayrıştırma, hatta kin ve nefret dolaşır kirli bir kan gibi.
Elbette kimliklere hitap eden bu kan hemen adresini bulur; çünkü kimlik, ezbere bildiğimiz ilk ve bazen tek şeydir.
Ezilirken sığınak, ezerken yığınaktır.
Aidiyetler dehlizi içinde, emeğine de yüreğine de yabancılaşabilir insan!
Kendini bildiğini zannederken, hayatının ana ekseni, bir ötekinden nefret olabilir. Çok mümkündür, bildiğiniz gibi!
“Yabancılaşmayı aşmak” ise, doğduğunda kafadan edindiğin doğal kimliğe değil, sonradan bilinçle seçtiğin kimlik ve kişiliğe dair bir yolculuktur.
Boyun eğmeye itiraz, boyun eğdirmeye de itiraz!
Dayatmaya değil, dayanışmaya sokulmak.
Acıların ortaklığından umutların ortaklığına dair bir yolculuk ihtimali.
Biraz daha duygusal da söylemek mümkün belki:
İnsan nasıl âşık olarak kendini ve “yabancı” birini keşfe, dayanışmaya, paylaşmaya, anlamaya koyuluyorsa…
Bu da yürekten akla akan, ikisi arasında dolaşan, bir diğerine ulaşan, en azından başlangıçta eşitlikçi ve adil duran bir duygudur, hatta tutkudur muhtemelen.
Tabii, sevgiyi de, sözde aşkını, sevdiğini de öldürenlerin, katledenlerin, yok edenlerin dünyasında; siz dilerseniz başka bir benzetme ya da metafor bulun!
Metaforu da metalaştırıp “yabancılaşma”ya gömülmeden!
Not: Yazılar gelecek haftadan itibaren salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi beş gün. Bu hafta cumartesi yok.