Amazon ormanlarının ortasında bir yerdi. Venezuela sınırına yakın. Yakın dediğim 500-600 kilometre vardır ve her metrekaresi yeşil, çok yeşil. Ormanın içinde bir işgal toprağında kalıyorduk. Sıkı örülmüş dallardan bir çatı altında hamaklarda geçiyordu, neredeyse bütün gün. Bazen yağmur durduğunda ama sahiden bazen duruyordu, dışarı çıkıp mancuyuka topluyorduk. Uzun ve tatlı bir patatesti mancuyuka. Sonra hamakların hemen yanında, bir önceki ateşte kurumuş odunlardan biraz daha ateşi besleyip, kahve içerek yağmurun dinmesini ve mancuyakanın pişmesini bekliyorduk. İki yağmur dinmesi arası konuşuyorduk, -belki şimdi olsa herkes telefonuna bakardı.- Belki size garip gelecek, alışık değilsinizdir ama birbirimizi dinliyorduk… Ayaklarımızın dibinde evcilleşmiş bir rakun dolaşıyordu. Uzun, istediği her yere sokabilecek kadar uzun, komik bir burnu vardı. Hamaktan onu seyrediyorduk. Çok meşguldük…
Haftada bir kasabaya iniyorduk. Ben MST-Topraksızların ofisinden yazıları gönderiyordum. Bir bara uğrayıp iki bira içiyorduk, eğer yağmur yağmaya başlarsa iki bira daha ve genellikle, tesadüf budur ki başlıyordu. Yoldan geçenleri seyrediyorduk. Yağmur başladığında bira içmeyi tercih etmeyenler, soyunmaya başlıyorlardı. Üstündekileri çıkarıp torbaya koyuyorlardı. Hızla yapıyorlardı bunu yoksa bir manası kalmıyordu, ıslanıyordu giysiler. Mayoları ya da şortları ile yürümeye devam ediyorlardı. Yağmur durunca, torbadan havlu çıkartıp kurulanıyor, sonra yeniden giyiniyorlardı. Zaten giyinmek dediğim bir gömlek mesela ve bir etek neredeyse mayodan daha kısa…
Bu yağmurun yüzde biri yağmış İstanbul neoliberal medeniyetinin üstüne. Bütün yaptıklarının sadece çirkin değil aynı zamanda ne kadar dayanıksız, beceriksiz ve aptalca olduğunu açığa çıkardı bu yağmur. Onların haberlerini dinlemiyorum ve okumuyorum ama -ki akıl sağlığımı buna borçluyum, doğal afet diyorlardır buna. Bunun neresi doğal! Doğal olan odun kurutan ve mancuyuka pişiren ateş, iki hamak arası muhabbet, yağmurun toprağa yağması doğal ve bacaklarımızın arasında dolaşan rakun, senin çirkin, salak ve doymak bilmeyen müteahhitlerin, onların yaptıkları ve daha fazla çaldıkları değil…
Çok iktidar gördük biz. Zorba, zalim, hırsız ve daha hırsız ama senin kadar çirkinini görmedik…
1980 öncesinden bir devrimci anlatıyordu. "Kağıthane’de gecekondu mahallesinde çalışıyorduk. Yağmur yağınca dere taşıyor, mahalleyi su basıyordu. Biz çatılarda yatıyorduk. Yağmur yağınca mahalleye haber vermek için…"
Kabahat sizde değil be Teoliberaller… Neden siz oradasınız ve neden mi şehirleri sel basıyor ?Artık çatılarda yatan, devrimciler kalmadı da ondan…