Yıldönümü dolayısıyla Sivas Katliamı’ndan başlayalım.
Yakın bir tarihe kadar hemen her yıldönümünde olduğu gibi bu yazıya da konunun bana göre en öne çıkması gereken yönünü hatırlatarak başlayacağım. Şu satırları ve benzerlerini tekrarlamışım sürekli olarak:
“….bu değerlendirmeyi yaparken ceza hukukunun alanına giren ‘suç’ ve ‘suçlular’dan söz etmiyorum. Bu bahisle ilgili olarak moral /ahlak temelinde ‘sorumluluk’ kavramını hatırlatıyorum. Karl Jaspers'in Nazi Almanyası'nda düne kadar komşuları olan Yahudilerin ölüm kamplarına gönderilmesini seyretmekle yetinen Almanların hangi açıdan değerlendirmesi gerektiğini sorduğu metinleri hatırlayarak... Benzerleri gibi Sivas katliamını da bu düzleme çekmeden anlayabilmek ve anlatabilmek mümkün mü?”
Bu alıntıda da söylemiş olduğum gibi “dava”nın seyri ve akıbetine ilişkin söylenmesi gerekenler dün söylendiği gibi bugün de söylenmeye devam ediyor. Bu “dava” özetle, dumandan ve alevden etkilenmeyen, etkilenmesi mümkün olmayan “Devlet”i korumak için açılmış ve kapanmıştı.
Dolayısıyla Katliam’ı ahlak/moral açısından sorgulamaya devam edelim:... Sivas katliamı "Cumhuriyete, laikliğe" yönelik bir kalkışma değildi ki... Karşımızdaki suç, o günkü ceza yasasında yer almayan "insanlığa karşı suçlar"dan birisiydi.
Ceza yasanız "insanlığa karşı suçlar"dan habersiz ise, savcıların dönüp dolaşıp bulacağı suç, devlete karşı bir suç olmaktan kurtulamamaktadır. Bu yönteme aklınıza gelen benzer sivil katliamlarda da başvurulmuştur. Katledilenler -Sivas’ta olduğu gibi- her zaman şu ya da bu kimlik sahipleri şu ya da bu fikir-düşünce-inancı taşıyanlar insanlar olmasına rağmen savcılar ve hakimler ayrımcılığın şiddete dönüşmüş bütün bu hallerinin mağduru olarak her zaman malum nitelikleriyle "devlet"i işaret etmişlerdir.
Oysa bu Katliam’da anlaşılması gereken asıl mesele “İçindeki insanlarla ateş ve duman içinde bırakılmış Madımak otelinin önünde toplanan ve gözlerinin önünde sahneye konan ‘pogrom’un alkışla sloganlarla -ve hatta tekbir getirerek- bir an önce başarıyla sonuçlanmasını isteyen binlerce (5000 diyen de var, 10.000, hatta 15.000 diyen de) Sivaslı”nın nasıl olup da bu insanlık suçu ile yaşamaya devam ettikleridir. Bu “katılımcılar”ın önemli bir bölümünün hayatta olduğunu düşünecek olursak, bu insanlar bugün olaya ilişkin görüntülerde kendilerini seçtiklerinde -başta kendilerine olmak üzere- çocuklarına, yakınlarına neler anlatmaktadırlar acaba? Ateşe verilen bir otelin önünde “zulmü alkışlayan” hemşehrilerim bu günahtan nasıl arındılar ya da arınacaklar acaba?
***
Cumhurbaşkanı’nın Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ı kabulüne ilişkin görüntüyle mutlaka karşılaşmışsınızdır. Söz konusu görüntüde Orban ve Erdoğan’ı kollarını açmış biçimde kucaklaşmaya hazırlandığına şahit oluyoruz.
Bu sahneyle karşılaşınca aklımdan geçenlerin özeti şöyle bir şeydi: “Demek ki sonunda Türkiye’nin AB’nin üzerinden gözünü ayırmadığı aşırı sağcı (ve de tabii ki aşırı sığınmacı karşıtı) Orban’ı bağrına bastığına da şahit olacaktık!” Orban’a hitaben Başbakan’ın sarf ettiği şu sözler de haddinden fazla dikkat çekici: “Aynı kökten geliyoruz ama dilimizdeki kelimelerin telaffuzu kolay değil, hepimiz Atilla’nın torunlarıyız.” Bu da güzel…
Macaristan Başbakanı Orban’ın ne olup olmadığını ben de birçoğunuz gibi uzaktan tanıyorum. Bu eksikliğimiz mazur görülebilir çünkü ülkede “medya” diyerek kanalları ve gazetelerin neredeyse tamamını kapatmış olan “haberciler” bizi -bırakın Türkiye’yi- dünyada olup bitenler hakkında da cahil bırakıyorlar… Aynen Orban konusunda olduğu gibi. “Kucaklaşma” sahneleri tamam, “hepimiz Atilla’nın torunlarıyız” şakalaşmaları tamam, ancak bu Orban kimdir neyin nesidir, AB’nin bu yabancı düşmanı hakkında değerlendirmesi nedir, tek bir haber ve yorum yok…
Madem ki söz Orban’dan açıldı, okur kitlesinin büyük bir kısmının gözünden kaçtığına inandığım bu konu hakkında Sezin Öney’i hatırlatmak isterim. “Merkez medya” Orban’ı ve ülkesini yakından tanıyan Öney’in bu yazılarından birkaç alıntı yapsaydı fena mı olurdu. Biz de böylece âla ve valâ ile karşılaşan bu Atilla’nın torununun nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlardık…
Hazır Orban’ı da bulmuşken Sezin Öney’in sığınmacıların değerli konuğun ülkesinde ne tür bir muameleye tabi tutulduklarını iyi özetleyen bir yazısından (“Tasma ve pranga takılan Suriyeli mülteci” P24) bir bölüm aktaralım:
“Ellerinde sadece kelepçeler yok; kelepçelerin ucu bir de tasmayla maskeli ve tepeden tırnağa silahlı bir polisin elinde. Ayaklarında da, kocaman kilitlerin takılı olduğu prangalar var 42 yaşındaki Suriyeli Ahmed H.’nın. Ve 30 Kasım’da, Szeged kentinde gerçekleşen duruşmasında Ahmed H., 10 yıl hapisle cezalandırıldı. Ahmed H.’nin hüküm giymesine neden olan zan, 2015 eylülünde, Macaristan-Sırbistan sınırında, mültecilerle polisin çatışmasına neden olduğu ve polise karşı şiddet kullandığı iddiası. (…)"
“İşte bu olayların sonunda Ahmed H. tutuklandı ve mültecileri polise karşı şiddete teşvik etmek ve polise karşı şiddet kullanmakla suçlandı. Sonunda da, “terör” suçundan hüküm giydi. Ahmed H.’nin duruşmalarını takip eden, mülteciler konusunda çalışan sivil toplum örgütü Migszol’a (Göçmen Dayanışma Grubu) göre Ahmed H., tüm duruşmalarda “radikal İslamcı grup üyesi bir terörist” olarak tasvir edildi. Migszol, ülke genelinde, Müslümanlıkla terörizmin eşdeğer olduğu önyargısının giderek güçlenmekte olduğuna da dikkat çekiyor. Macaristan Başbakanı Viktor Orban da, çeşitli kereler, “tüm göçmenlerin kamu güvenliğini tehdit ettiğini ve terör riski oluşturduğunu” öne süren açıklamalarda bulunmuştu.”
“Yasal olarak AB’de yaşama ve çalışma hakkına sahip Ahmed H.’ye tasma takılmış, ayakları prangaya vurulmuşken, mültecilik ve Müslümanlık terörizmle eşdeğer tutuluyorken, Suriyeli savaş mağdurlarını pazarlık ve tehdit unsuru olarak kullanmak hazin, çok hazin…"
Hazin, gerçekten çok hazin…