Doğa takvimine kulak verirsek, pazar günü birinci cemre havaya düştü. Önümüzdeki cumartesi ise ikinci cemre suya düşecek. Ardından baharın müjdecisi leylekler gelmeye başlayacak. “Umutsuzlukta haklı çıkacağımıza umutta yanılalım” der Amin Maalouf.
Tüm bu umut arayışlarımızın yanında bir de çevremizde gördüklerimiz ve görmekten, hatta isimlendirmekten dahi kaçındıklarımız var. Bianet’in Erkek Şiddeti Çetelesi raporuna göre, 2021 yılında Türkiye’de en az 34 çocuk erkekler tarafından öldürüldü; 208 çocuk istismar edildi.
Ülke yine devasa bir kadın ve çocuk mezarlığına dönerken, canını bir şekilde kurtaran çocuklar bundan sonraki yaşantılarına ya bir “gelin”, ya da yaralı bir güvercin olarak devam edecekler.
Ancak gözden kaçırdığımız bir nokta var. Çocuğa yönelik istismar, ihmal ve cinayet suçları aslında özünde toplumsaldır. Toplumda ters giden tüm sosyo-kültürel kodlar, eril “duyarlılıklar”, cezasızlık kültürü, eğitime önem verilmemesi, uluslararası sözleşmelerin bağlayıcı olmaması ve “çocuk düşmanlığı” bu eylemlerin temelini hazırlar. Ne de olsa kadın ve erkeğin eşit olduğuna, bir çocuğun kimi sevip kimi sevmeyeceğine karar verme yetisinin olduğuna, bilimsel düşünceye ve adalete inanmayan bir zihniyet, bu cinayetleri işlemeyi kendinde hak görür.
Hele ki bu kişi “tutunamayanlardan” birisi, ataerkil bir aile sistemi içinde yetişmiş bir narsist ise, bu öfkesini kendinden güçsüz, zayıf, kırılgan gördüğü kesimlere yöneltir; ona “gününü gösterir”, çünkü bunu yapmasının yanlış olduğunu ona öğreten etkili bir pedagojik eğitimden geçmemiştir. Kişinin çocukken yaşadığı şiddet, yetişkine dönüştüğünde kendinden küçüklere veya savunmasızlara yönelik ayrımcılık ve şiddet şeklinde kendini yeniden üretir.
TV’yi açtığında veya cep telefonundan sosyal medya araçlarına bağlandığında gördüğü görüntülerde şiddet dili normalleşmiştir; çünkü şarap kadehine buz koyan hassasiyet, eşini döven veya ona silah doğrultan adam söz konusu olduğunda sağır, kör ve dilsizdir. Beyzbol sopasının trafikte sıradan bir ifade aracı haline gelmesi, bu şiddet dilinin toplumun birçok katmanında yer bulduğunun en açık ifadelerinden. Hatta 12-17 yaş aralığındaki kız çocuklarının doğum yapmak için ideal yaşta olan “süper kadınlar” olduklarını söyleyenleri dinledikçe değerler sistemi tamamen bozulur.
Leyla Aydemir’i anımsıyor musunuz? Deniz mavisi gözleri ve içimize işleyen bakışlarıyla dört yaşındaki Leyla’nın 15 Haziran 2018’de kaybolduğu, 18 gün sonra ise ölü bulunduğu haberi gelmişti. Leyla’nın ölümüyle ilgili olarak öz amcası ağırlaştırılmış müebbet almış, ancak bir üst mahkemenin kararıyla serbest bırakılmıştı. Dava savcılığın tahliye kararına itirazı üzerine istinaf mahkemesine taşınmış, ancak orada da yeterli delil olmadığı belirtilerek beraatine karar verilmişti.
Peki ya Sıla Şentürk’ü halen anımsıyor musunuz? Giresun’da 16 yaşındaki Sıla, 21 yaşındaki Hüseyin Can Gökçek tarafından boğazı kesilerek öldürülmüştü. Gökçek, Şentürk’ü bir yıl önce kaçırmış; kızın ailesinin şikâyeti üzerine yakalanıp “çocuğun cinsel istismarı” ve “çocuğun kaçırılması ve alıkonması” suçundan tutuklanmıştı. Bir ay cezaevinde kaldıktan sonra, 10 ayrı suçtan sabıkası olan Gökçek, Sıla’nın şikayetinden vazgeçmesi ve yüzde 50 oranında engelli raporunu mahkemeye sunması üzerine tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.
Ancak nişanı bozan eski kız arkadaşını halen ölümle tehdit etmeye devam edince Sıla, devlet korumasına alınıp yurda yerleştirilirken, iki hafta önce felç geçiren babaannesine refakat için ailesinin talebi üzerine eve döndüğü iddia edilmişti. Bu noktada hak savunucularının dikkat çektiği nokta, yurttan alınan çocuk hakkında çocuk koruma politikalarının doğru ve etkin şekilde uygulanmaması. Zaten tehdit altındaki bir ailenin ön plandaki kızına yönelik önlem alınmaması, bunun ihmal edilmesi de bir çocuk cinayetine daha zemin hazırlamıştı.
Öte yandan, ülkede doğru bir yaşlı sağlık bakım politikası olsaydı ve ülke çapında yaygın yaşlı bakım merkezleri etkin şekilde çalışsaydı, böyle bir durumda koruma altındaki bir çocuk yurttan alınıp bir risk bölgesine getirilmezdi.
Kadınların ve kız çocuklarının yaşamlarının en büyük güvencesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkılmasının ise, bu ve benzeri birçok cinayet için kolaylaştırıcı bir zihniyet ortamı yarattığı bir sır değil.
Konunun eğitim boyutuna bakarsak, 4+4+4 eğitim sisteminin, zamanında birçok eğitim bilimcinin de dikkat çektiği gibi, ikinci aşamadan sonra kızların eğitimden alınıp açık lisede niteliksiz bir eğitime veya evliliğe yönlendirildiği bir sisteme dönüşmesi de ayrı bir risk faktörüydü. Her yıl binlerce çocuk örgün eğitim dışına çıkıyor.
Şimdi Sıla Şentürk cinayetine dair yargı süreci başlayacak. Çocuk sorunlarına dair gözümüzden kaçan, örtbas edilen, tanımlanamayan birçok felaket, mahkeme önünde ayyuka çıkacak. Failin muhtemelen bu cinayeti neden işlediğine dair kendisine göre “haklı gerekçelerini” zikretmesi, tahrik indirimi talepleri mahkeme duvarlarından sekerek vicdanları bir kez daha yaralayacak.
Ancak böylesine sansasyonel ve acı olayların ardından olayın reyting toplayan boyutları sönümlendiğinde, çocuğa yönelik cinsel istismar suçuna ilişkin koruyucu-önleyici politika ve modeller geliştirilmesi tartışmaları yine başka bahara kalacak.
Oysa örneğin 2020 yılında İzmir Barosu tarafından çocuk istismarı suçu için 1.078 avukat görevlendirilirken, sadece bir yıl sonra 2021 yılında ise bu sayı 1470’e yükselmiş. Pandemi döneminde eve kapanma süreçleri nedeniyle şikayetlerin yapılamadığı, avukatlara erişilemediği de göz önünde bulundurulmalı.
Adalet Bakanlığı’nın 2013-2020 yıllarını kapsayan “Türkiye’deki Ceza Mahkemelerinde Çocukların Cinsel İstismarı Suç ve Karar Sayısı İstatistikleri”ne göre ise, cinsel istismarın TCK uyarınca açılan dosyalardaki suçlar içindeki oranı 2013 yılında yüzde 0,6 iken bu oran 2020 yılında yüzde 0,8’e yükseldi. 2013 yılında yüzde 18,1 olan dosyalardaki beraat oranı, 2020 yılında yüzde 22,7’ye çıktı. Kadın ve çocuklar özelinde eşitsizliği besleyen sosyal politikalar, hatta “politikasızlıklar”, liyakat temelli olmayan atamalar sonucu çocukların üstün yararının gözetilmediği dava süreçleri de bu süreçleri besledi.
Bir yandan da daha önce 15 yaşındaki kızların “rızayla” evlendiklerine dair açıklamaları, istismarda rıza aranarak faillerin cesaretlendirilmesi ve “erken evlilik mağdurları” ismiyle sevimli bir hale getirilmeye çalışılan ancak 15 yaşın altında dini nikah ile evlenip çocukları olan, şikayet üzerine hapse atılan kişilere dair medyadaki güzellemeleri de anımsıyoruz.
Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi “18 yaş altındaki her birey çocuktur” demesine rağmen Medeni Kanun’a göre 17 yaş için veli/vasi izniyle, 16 yaş için ise ancak olağanüstü durumlarda veya “pek önemli sebep” sonucu -örneğin çocuğun hamile bırakılması- hakim kararıyla resmi nikah kıyılabiliyor.
Son yıllarda 16 yaşında evliliğe izin için her sene 10 binin üzerinde dava açılıyor; yaş büyütme davası açarak yaşını büyütüp evlenenler de cabası.
Elisabeth Young-Bruehl'in "Çocuk Düşmanlığı-Çocuklara Karşı Önyargıyla Yüzleşme" adlı kitabı, müthiş çevirmeni Aksu Bora sayesinde son günlerde başucu kitabım oldu.
ABD bağlamında çocuk haklarının ihlal biçimlerini merkezine alan kitapta, her şeyden önce sorunun adının doğru konması, gündelik işleyişte normalleştirilmemesi gerektiğine dikkat çekiliyor. Yani bir şeyin “adı konmaz” ise, politik tartışmaların ve çözüm önerilerinin de konusu olamaz.
Küçük yaşta istismara uğrayan bir kız çocuğunun sonraki yaşam evrelerinden kesitleri psikanalitik bir bakış açısıyla aktaran Young-Bruehl’e göre; 0-18 yaş grubunu kapsayan çocuklara yönelik ayrımcılık sistematik bir sorun olarak kabul edilip bununla mücadeleye yönelik etkin politikalar geliştirilmeli.
Bir diğer deyişle, sadece belli bir çocuk kategorisi hedeflenmemeli, bütün çocukları kapsayan programlar hazırlanmalı ve buna hükümetin yanı sıra aileler, çocuk hakları kuruluşları ve insan hakları örgütleri dahil edilmeli. Çünkü çocukların yaşadıkları sorunlar fiziksel şiddetle de alakalı olmayıp bazen duygusal istismarı da içererek çocuğun benlik duygusu üzerinde kalıcı hasar bırakabiliyor.
Türkiye’de çocuk cinayetleri ve istismar vakaları şeklinde yıllardır artan bir eğilimle yaşadığımız şeyin bir “çocuk düşmanlığı” olduğu tanısını koyarak tedaviye başlamak gerekiyor. Bunun için de siyasetten aileye, toplumsal rutinlerden kültürel kodlara dek her şeyde “çocuk düşmanlığı”nın biçimlerini anlamak, istismarcıların motivasyonlarını ve kolaylaştırıcı dinamikleri görünür kılmak bu sorunu çözmenin ilk adımı.
Bu alanda örneğin Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun 2003 yılından beri faal olan Acil Yardım Hattı’na başvuran şiddet mağduru veya risk altındaki çocukların, uzman psikolog ve avukatlara anında erişebilmesi nice çocuğu uçurumun kenarından çekip aldı. Bu ve benzeri 7/24 erişilebilir ve şeffaf yardım hatlarına destek verilmesi şart.
Öte yandan, şiddet riskiyle karşılaşan veya bedensel, toplumsal, ahlaki, duygusal gelişimi açısından tehlike altında yaşayan çocukların etkin takibi ve koruyucu tedbirler alınmasına dair kurumlar-arası koordinasyon da artırılmalı, cinsel istismara maruz kalan veya kalma riski taşıyan çocuklara yönelik spesifik bilgilendirme ve acil destek programları geliştirilmeli. Yargı makamlarına intikal eden suçlara dair etkin soruşturma açılması, istismar konusunda uzman yetkililerin müdahil olması da gerekiyor.
Çocuk istismarını ve cinayetleri halının altına süpürdükçe, unutulmaya terk ettikçe, her çocuk istismarı haberinde sosyal medyada kopyala-yapıştır sloganlar olayın vahametini gölgede bıraktıkça bu çocuk düşmanlığı biçiminde hiçbir değişiklik yaşanmayacak.
Çocuk istismarına yönelik istatistiklerde suç ayrımının düzenli olarak açıklanması ve bu istatistiklerin erişime açılması, reşit olmayanlarla cinsel ilişkiden çocuk fuhşuna ve cinsel tacize dair suçların gidişatının istatistiklere yansıması da bu alandaki koruyucu tedbirlerin şekillenmesinde önemli katkı sağlayacak.
Yapılması gereken, çocukluğu yetişkinlerin gözünde bu denli kırılgan, savunmasız ve yok edilebilir halde gösteren kodların bir kanser hücresi gibi yayıldığı sistemi, çocuğun üstün yararı öncelikli şekilde baştan tasarlamak... Amasız, fakatsız, siyasi şapkaları, oy potansiyellerine dair endişeleri, baskı gruplarının olası etkisini bir yana bırakarak... Eğitimi medeni dünya standartlarına taşıyarak, kız çocuklarını eğitim sisteminin dışına kaçırmayarak, onları 21.yüzyıla uygun değerler sistemi içerisinde yetiştirip topluma o şekilde kazandırarak...
Bugün veya yarın, ama bir şekilde, gecikmeden, ötelemeden, gündelik modalar veya kitlesel hareketlerin coşkusu yerine, akılcı ve kalıcı çözümler geliştirip uygulayarak... Ne demiştik? Umutsuzlukta haklı çıkacağımıza umutta yanılalım...