Aklıma çok iyi bir fikir gelmişti. Hani bir ampul yanar ya da kafanızın içinde jetonlar düşmeye başlar, karanlıkta dönüp duran tilkilerin kuyrukları birbirine değer, işte o cinsten (bu sonuncusu sadece benim kafamın içinde olabilir, ısrarcı değilim). Daha doğrusu, o ilk aydınlanma anında öyle olduğunu sanmıştım. Neyse ki mucitler çağının çoktan kapanmış, sosyal medya denen olay nedeniyle bir görüşün, fikrin ilk sahibinin kim olduğunun artık bir öneminin kalmamış olduğunu idrak etmiş bir yazarınız olarak hemen gereğini yaparak Googleladım. Ve tahmin ettiğiniz gibi, sevgili okur, korktuğum başıma geldi: Tümüyle şahsıma ait bir proje olarak geliştirip Gazete Duvar sütunlarından Sayın Cumhurbaşkanımızın -ya da onca işinin arasında bizi okuyacak vakti yoktur diye düşünecek olursak, en azından dünya üstünde olup biten her şeyden haberdar olduğundan şüphe duymadığım Profesör ünvanlı İletişim Başkanımızın- takdirine sunma hazırlığında olduğum “Yalanla Mücadele Bakanlığı” fikrini benden birkaç ay önce medyaya ve sosyal medyaya bırakanlar olduğunu fark ettim. Google’da aratınca buluyorsunuz. Burada paylaşmayayım. AKP MKYK Üyesi Mücahit Birinci merhum Adnan Menderes’ten başlayarak Gezi’ye vardığı bir mantık silsilesi içinde CHP’ye karşı bir Yalanla Mücadele Bakanlığı’nın neden kurulması gerektiğini açıklarken hayali bir yalan fabrikasının varlığından söz ediyor. Bilemiyorum, belki benim kafamda ara sıra dönüp duran tilkiler gibi, o da böyle bir fabrikanın gerçekten var olduğuna inanmak istiyordur. Beden diliyle canlandırarak anlatıyor, “yalan sistemin içine buradan vızzt diye giriyor, sistematik biçimde öbür taraftan çıkıyor” diyor. Gerçi, kendisiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir Yalanla Mücadele Bakanlığı’na ihtiyacı olduğu konusunda uzlaşıyoruz. Ama benim tilkiler CHP’den başkasını işaret ediyor.
Tabii, bir süredir, ben diyeyim CHP’nin “128 milyar dolar nerede?” kampanyası başladığından beri, siz deyin Tarım ve Orman Bakanı’nın yangın söndürme uçağımız yok ama yangın söndürme uçağımız var açıklamaları eşliğinde Muğla ve Antalya’nın ormanlarını, köylerini ve yerleşim yerlerini küle çeviren yangınlar kamuoyunda çok konuşulmaya başladığından bu yana, iktidarın dikkati “yalan terörü” adını verdikleri durumda. Bana kalsa çok daha eskiden başlatırım tabii. Mesela, hatırlayın 15 Ekim 2020’de Sağlık Bakanı bize o güne kadar açıkladıkları Turkuaz tablodaki verilerin aslında “şaka ya şaka” olduğunu açıklamıştı. Hemen ardından her hasta vak’a değildir buyurmuştu büyük bilge.
Yaz aylarını Antalya’da geçirdim. Oradan biliyorum. İllere göre haftalık vaka sayılarına bakın. Hani haritada işaretleyip açıklıyor. Antalya’da haftalık vaka sayıları, turizm sezonu açıldığından beri yüz binde ellileri hiç bulmadı. Bir de telefona indirdiğimiz Hayat Eve Sığar var ya, ondaki yoğunluk tablosuna bakın. Orada bulunduğum iki ay boyunca, her hafta baktım, her seferinde tüm Antalya kıpkırmızıydı. Durun, şuraya bırakayım da, ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın. Ama tabii böyle şeylere takılıyor olmam da benim tilkilerin işi. Yoksa yalan terörünün büyüğü sosyal medyada. Başını ezmek lazım.
Hadi CHP neyse de -televizyona çıkarmayıveriyorsunuz, olup bitiyor- ama o sosyal medya yok mu? Ağzı olan konuşuyor, eline cep telefonunu alan yangın bölgesinden, sel bölgesinden canlı yayın yapıyor. Sizin ak dediğinize kara diyor, demekle de kalmıyor bir de kanıtlarını göz önüne seriyor. Çok fena yani. Televizyonları, gazeteleri satın alıyorsunuz, olmadı cezayla tehdit ediyor, yayınlarını kesiyorsunuz tamam, ama ağaç kökü yesinler diyerek bir çırpıda ve tazminatsız işten attırdığınız onlarca gazeteci, tutup sosyal medya kanallarından gazetecilik yapmaya başlıyorlar. Olacak gibi değil. Ben de tıpkı İçişleri Bakanı gibi düşünüyorum. Bakın, bunun link’ini vereyim, ne de olsa bütçesini vergilerimizle karşıladığımız TRT’de yayınlanmış. Sayın Süleyman Soylu, “sosyal medyanın yüzde doksanı tezvirat ve yalandır”, buyuruyor. Cumhurbaşkanımız da daha geçenlerde bu konunun hassasiyetine değinen açıklamalar yapmış, “CHP ve Bay Kemal başta olmak üzere muhalefet partileri”nin “adeta yalan fabrikası gibi çalıştıklarını” söylemişti. Hatta Twitter ve Facebook’a da “biz bunlarla uğraşamayız. Bedel ödeyecekler” diye çıkışmıştı. İşte tam da bu noktada, ben de Türkiyemizin büyük harflerle bir YALANLA MÜCADELE BAKANLIĞI olsa fena mı olur, diye düşünmeden edemiyorum. Hem geçen günlerde midye, ıstakoz, karides ve bilumum kabuklu deniz canlısının dinen haram olduğunu fetva veren ve hemen ardından da adli yıl açılış törenine dualarıyla katılan Diyanet İşleri Başkanlığımız da, bu konunun, yani sosyal medyanın kullanımıyla alakalı "hukuki çerçeveyi belirleyecek yasal bir mekanizmanın ihdası ve güçlü bir bilincin inşası, ötelenemez bir zorunluluktur” diyerek sosyal medyaya sansürün dinen de caiz olduğunu ilan etti. Tabii bu da başka bir mesele. Yine muhalefet sosyal medyadan ve sosyal medya üzerinden yayın yapan platformlardan her zamanki gibi esip gürledi, üzerinde cübbesiyle el açıp duaya katılan Yargıtay Başkanı’nın görüntüsünün laikliğe aykırı olduğunu iddia etme cüretini gösterdi. Oysa Diyanet İşleri Başkanı, tartışmaya “Görüyorsunuz, ortalığı ayağa kaldırdılar, adaletsiz İslam olur mu?” sözleriyle çoktan noktayı koymuştu. Elbette, bir kamu görevlisi olan ve Anayasa’nın 136. Maddesi uyarınca “laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmekle" yükümlü olan Diyanet İşleri Başkanı’ndan da bu beklenirdi! Zaten ikinci aydınlanmayı da Ali Erbaş’ın bu sözlerini okuyunca yaşadım. Adaletsiz İslam, İslamsız adalet olmayacağına göre, diyorum ki, büyük harflerle kurulacak olan Yalanla Mücadele Bakanlığı’nın yanı sıra bir de Adalet Bakanlığı lağvedilerek yerine Adalet ve İslam İşleri Bakanlığı mı kurulsa? Hem başına da Sayın Erbaş getirilirdi. Bir taşla iki kuş. Ne dersiniz?