Yalanlar, kibir, algı yönetimi, niyet okuma ve diğerleri
Tartışma programlarındaki ikna edici buyurgan söylem, gündelik dile öylesine hâkim olur ki, hangi söz kimden çıkmış, kökeni, amacı, konuşan kişilerin üstlendikleri roller neymiş, her şey birbirine karışır. Kim bilgili, kim bilgi sahibi olmadan fikir sahibi bilinemez artık.
Nurçay Türkoğlu*
Medya okuryazarlığını yaygınlaştırmak üzere İletişim Fakültelerinde yıllardır verdiğimiz derslerde medyada her şeyin kurgudan ibaret olduğunu ancak bu kurgunun gerçeklere dayandığını vurgularız. Tıpkı eğlencenin salt eğlence olarak görülemeyeceği gibi, kurgulanmış tüm medya içeriğinin de ciddiye alınması gerekir.
Televizyonlardaki sayısız tartışma programlarında sayılı konuşmacı/tartışmacının söylediklerini, Anadolu tefekküründeki “o yalan bu yalan, var biraz da sen oyalan” kaderciliğiyle geçiştiremeyiz. Neşet Ertaş’tan tanıyıp sevdiğimiz “Ah Yalan Dünya” türküsündeki keder yüreğimizi dağlarsa da, ağlamakla bir ömür geçmez.
Popüler reality şovları bir kenara bırakıp, ülkenin “sosyolojisini tanımlama” iddiasındaki politik tartışma programlarında öne çıkan söylem türlerine biraz bakalım. Mihail M. Bahtin’in ayrımıyla, sadece ikincil (edebi, yazılı, bilimsel) değil, birincil (sözlü diyaloğun belirli türleri: salon, ahbaplar, ailevi, gündelik, sosyopolitik, felsefi, vb) söylem türleri de dilin gelişimini belirler (2016:71). Günümüzde bilen birinin, bilmeyene eylemiyle göstererek ve anlatarak bilgiyi aktardığı sözlü kültürün en masum halleri herhalde, televizyondaki yemek ve biçki-dikiş programlarında karşımıza çıkar. Öte yandan yalnızca konuşmaya dayalı olduğu için değil, konuşmak üzere seçilen ve söz hakkı tanınan, kamusal unvanı olan kişilerin öğretici tavırlarından dolayı, tartışma programları da, yazılı kültürden çok sözlü kültüre uygun bir söylem geliştirir. Hem de bilgiden arındırılmış, gerçeklikten çok daha cazip ve kolay hazmedilir bir sözlü kültür zeminidir burası; nasıl olmasın ki, izleyiciyi ikna etmek üzere özenle (en azından önceden düşünülerek) kurgulanmış hikâyelere kulak vermek, rahatsız edici gerçeklerle mücadele etmekten çok daha rahatlatıcıdır.
Tartışma programlarındaki ikna edici buyurgan söylem, gündelik dile öylesine hâkim olur ki, hangi söz kimden çıkmış, kökeni, amacı, konuşan kişilerin üstlendikleri roller neymiş, her şey birbirine karışır. Kim bilgili, kim bilgi sahibi olmadan fikir sahibi bilinemez artık. Arendt’in dediği gibi “Totaliter ya da başka türden bir diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar, doğaları gereği, değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir”
Dinledikçe alışılır yalanlara, ayıplar yalanlara sarılır, konuşanın yalanını yüzüne vurmak asla kabul edilemez, moderatör böyle anlarda programın gidişatını ve izleyicilerin huzurunu tesis etmek üzere hemen devreye girer. Hazırlıklı yalancılar, ağızlarından çıkan söze o denli önem atfederler ki, sözün aslını hatırlatmaya girişen karşı tarafı hemen “niyet okuma” ile suçlarlar. Fal bakmak, anket yalanları, atasözlerine, dinsel metinlere, geleneklere olur olmaz gönderme yapmak mubahtır da, niyet okuyan kişi suçlaması, adeta kişiyi şeytanlaştırır ya da ötekinin en ötekisi duvarına fırlatır.
Gerçeklere dair farklı bilgileri öne sürenlere karşı hazırlıklı yalan üreticilerinin en sık başvurdukları yol, “yoksa siz halkın iradesini küçümsüyor musunuz?” suçlamasıdır ki, bu noktada bilgi, en büyük günahlardan ‘kibir’ damgasını yer ve hatta yerle yeksan olur.
Yalancılara doğru söylenir mi? Yalancılara yalan söylemek de seviye meselesidir, “insanın yanlışlıklarla, hamlıklarla, yetersizliklerle mücadele ederken aynı şekilde karşılık vermeye kalkması, bu seviyelere düşmesini gerektirir” (Sissela Bok, 1979: 130-140). Elbette yalancının samimiyet hak etmediği de doğrudur ancak televizyonlardaki tartışma programlarında karşılıklı konuşma iki kişi arasında (moderatör ve konuşma sırasını bekleyenleri de dâhil edersek 4-5 kişi) değil, tüm izleyicilere karşı bir arenada geçmektedir. Birbirini yalan söylemekle suçlayan kişilerin konuştuğu bir stüdyo, genel güven duygusuna zarar vereceğinden, tercih edilmez. Kanıt istendiğinde “sahadan konuşma”, “sosyolojik konuşma” iddiasıyla, stüdyoda aslında hiç bulunmayan file yani bilime göndermeyle mesele geçiştirilir.
Hazırlıklı yalan üreticileri sık sık karşı tarafın “algı operasyonu, algı yönetimi” yaptığından söz ederek hatta metafizik dünyanın gizemlerine gönderme yapan “sübliminal mesajlar” alanına girerek, artık hazırlıksız muhatabını toptan bilinemez bir yere gömer. İzleyicinin zihninde “bilinebilir olanı bilenlerle” “bilinemez olanla uğraşanlar” ayrımı iyice karışır. Oyunun kurallarını kabullenerek karşılıklı tatlı bir aldatmacanın izlendiğine yardımcı olmak üzere, araya reklamlar, moderatörün güler yüzü, son dakika açıklamaları, vb. girerek, evdeki izleyicinin rahatlaması sağlanır.
Rahatsızlık veren gerçek yaşamda (TV söylemiyle “Referandum noktasında!”) ise “karşılıklı ve özgürce kabullenilmiş aldatmacalar” yoktur. Ortak rıza (ortak akıl, üst akıl vb. bilinemezlere (!) girmeden) yalanlar üzerine inşa edilemez. İktidar partisinin referandum sonuçlarına ilişkin ‘Hayır’cı kentli, eğitimli yurttaşlara karşı dile getirmeye başladığı “özeleştiri” gibi oldukça Batılı ve yazılı kültüre ait bir söyleme başvurması elbette gerekli ancak yeterli değildir.
Gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı vardır.
Prof. Dr.
Referanslar:
Hannah Arendt, http://gazetekarinca.com/2017/04/hannah-arendtden-bir-pasaj-yalan
Mihail M. Bahtin, Söylem Türleri ve Başka Yazılar, çev. Okan N. Çiftçi, Metis yay., 2016, İstanbul.
Sissela Bok, Lying: Moral Choice in Public and Private Life, Vintage Books, New York:1979, IX. Bölüm: “Lying to Liars” ss.130-140