Osmanlı yıkıldı da Cumhuriyet ile dalkavukluk tarihe karıştı diye bir şey söz konusu olmadığı gibi, eski Türkiye’yi kuranlar, dalkavukluk zümresini ortadan kaldırarak, bu mesleğin güvencesizleşmesine de sebep olmadılar. Eski Türkiye ile birlikte, geçmişte bizzat mesleki bir zümre olan dalkavukluk, yatay bir şekilde bütün diğer zümrelerin de icra edebileceği bir karakter biçimine, bir performansa dönüştü.
Günümüzde, hala yaygın bir şekilde icra edilmesine rağmen, bir aşağılama vesilesi olarak kullanılan dalkavuk tabiri, Osmanlı zamanında kurumsal bir meslekti. Toplumun en aşağı kesimini oluşturan insanlar arasında, bu mesleği tercih eden bir sürü insan vardı. Dahası, Reşad Ekrem Koçu’nun[1] anlattığına göre, Osmanlı zamanında dalkavukların esnaf zümreleri (lonca benzeri bir örgütlenme), kahyaları, nizamname ve narhları (fiyat tarifesi) vardı.
Bu fiyat tarifesinden [2] de anlaşılabileceği üzere, dalkavukluk Osmanlı saray ve konak hayatının önemli bir parçasıdır. Gene fiyat tarifesinden anlaşılacağı üzere, yaralanmalar ve ölümler bu mesleği oldukça riskli bir iş kolu haline getirmiştir.
Koçu ve dalkavukluk üzerine araştırmalar yapmış olanlar, bu mesleğin tam olarak ne zaman ortadan kalktığına ilişkin bir bilgi vermiyorlar, ama Eski Türkiye’nin Osmanlıyı, saray ve konak yaşantısını ve bir bütün olarak onun toplumsal habitusunu yıkmasıyla birlikte, dalkavukluk da bir esnaf zümresi olarak, muhtemelen tarihe karışmış görünüyor.
Öte yandan, sivri dilinden çok çekmiş olan Romalı düşünür ve hukukçu Samsatlı Lukianos’a göre, dalkavukluk insanlık tarihi ile yaşıttır ve muhtemelen insanlık var olduğu müddetçe var olacaktır. Dolayısıyla, Osmanlı yıkıldı da Cumhuriyet ile dalkavukluk tarihe karıştı diye bir şey söz konusu olmadığı gibi, eski Türkiye’yi kuranlar, dalkavukluk zümresini ortadan kaldırarak, bu mesleğin güvencesizleşmesine de sebep olmadılar. Eski Türkiye ile birlikte, geçmişte bizzat mesleki bir zümre olan dalkavukluk, yatay bir şekilde bütün diğer zümrelerin de icra edebileceği bir karakter biçimine, bir performansa dönüştü. Örneğin Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yıllarda ortaya çıkan Aferizm (yüksek bürokratların, komutanların, gazetecilerin ve mebusların iş takipçiliği yapması üstelik, hem eski hem de yeni Türkiye’nin kullarının bu mesele üzerinde ittifak etmesi) dalkavukluğun en modern formlarından birisiydi. Aynı şekilde Çankaya sofrasında Atatürk’ü eğlendirmek için yapılan şaklabanlıklar da öyle.
Ki, Halil İnalcık, Şair ve Patron isimli kitabında, sanatçılık ile dalkavukluk arasındaki ince çizgiyi hassaten vurgular ve dalkavukluğun çoğunlukla patronaj sistemlerine mecbur bırakılmış toplumsal sistemlerin bir mahsulü olduğunu tespit eder.
Bir kez daha Koçu’nun dalkavuk fiyat tarifesine atıfla, dalkavukluğun ölüm ve yaralanma riski içeren bir meslek olduğunu, ama bu performansın bundan daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu vurgulamak için, hatırlayalım. Dalkavukluk aynı zamanda zihinsel yetenek ve entelektüel birikim de gerektirir.
Dalkavukluk performansının göründüğü kadar kolay olmadığını, ilk hicveden kişi gene Samsatlı Lukianos olur. 1871 yılında Dalkavukname ismiyle Osmanlıcaya çevrilen ve asıl karakterleri yerine Osmanlı karakterlerle isimlendirilen bu çalışma Firuz (Simon) ve Kardan (Tychiades)’in diyalogları etrafında şekillenir. Firuz ve Kardan sıklıkla dalkavukluğun diğer bütün işlerden, fen ve klasik bilimlerden üstün olduğunu ve bu yüzden de doğal olarak daha kazançlı olduğunu söylerler. Dahası, dalkavukluk öylesine zordur ki, aslında felsefeci olan pek çok Yunan düşünürü, dalkavuk olmaya çalışırken bunu başaramamış kişilerdir. Bunların en bilinenleri Sokrates ve Aristotales’tir, ki bunlar dalkavukluğun gerektirdiği zihinsel berraklık ve derinliğe ulaşamadıkları için felsefecilik aşamasında askıda kalmışlardır.
Firuz yani orijinal ismiyle Simon bu durumu şöyle açıklar: “…fayda ve bolluk içinde bir yaşam sağlayan ikbal sahibinin, makam ve ululuk ehlinin iltifat ettiği ve göz önünde bulundurduğu kişi olmak için ikbal ve cömertlik sahiplerinin tabiatına ve meyline uygun söz söylemenin, güzel ve hoş sözler ile meclisi süslemenin, içinde bulunulan duruma münasip politika izlemenin ve gerektiği zaman dalkavukluğu fiili olarak icra etmenin acaba ilimsiz, ferasetsiz ve sanatsız olacağını düşünür müsün?[3]
Lukianos’a göre, filozofların bir türlü ulaşamadıkları aşkın bilgi ya da hikmet aslında dalkavuk için neredeyse rutindir. Gene Firuz’un ağzından, Lukianos dalkavukluğun hikmetini şöyle anlatır:
"Sahip olduğum sanat ve meslek bütün sanat ve marifetten öncedir; daima ikbal sahipleri, itabar ve azamet erbabı ile meclis arkadaşı ve dosttur. Lakin sadece zahiri gören ve hakikati bilmeyen ‘El-avam kel-havam’ (Halk böcekler gibidir.) sözü gereğince böcekler gibi olan halka/avama bu sanatın yüce şanını ilan edecek, lüzumunu, kadrinin ve gücünün yüceliğini anlatacak etkili bir söz erbabına, güzel ve akıcı anlatıma tesadüf edilmedi ve bütün bunları gerçekleştirecek tatlı dilli kelam ehli ile de daha tanışılmadı."[4]
Yani artık dalkavukluk mesleğinin iki önemli özelliğini anlamış bulunuyoruz. Birincisi sıradan insanlar dalkavuk olamaz, dalkavuklar felsefecilerden üstündür, felsefeciler atanamamış dalkavuklardır bu yüzden dalkavuklara hınç duyarlar; ikincisi, hamam böceklerinden hallice olan sıradan insanlar dalkavukları anlamazlar, bu hikmeti ancak makam, mevki sahibi, ikbal ve itibar sahibi insanlar anlayabilir.
….
İlhan Selçuk, dalkavukluk ve soytarıları karşılaştırdığı bir yazısında, bu iki tutum biçiminin maskaralık üzerinden yürüse de, soytarıların iğneleyici bir eleştirellik taşıdıklarını ama dalkavukların hiçbir şekilde eleştirel olmadıklarını ve bunun da temelde doğu ile batı arasındaki bir ayrımdan ileri geldiğini düşünür.
Kimi bakımdan eleştiriye muhtaç olsa da bu analiz epey doğru görünmektedir, zira dalkavuk kelimesinin etimolojisine ilişkin açıklamalar, mesleğin böyle adlandırılmasının sebebinin ikiye katlanmış, yerlere kadar eğilmiş bir insanı andıran Arapça Dal (D) harfinin, mesleğin ismine esin verdiği yönünde yaygın bir kanaat vardır.
…
Bu tarihsel referanslar şöyle dursun, genel memleket gündeminde zaten bir bağlam aramanın bir anlamı yok, AKP Ordu Milletvekili Opr. Dr. Şenel Yediyıldız’ın “Tayyip ağabeye ihaneti bırak sırtımızda taşımamız lazım. Yani ayakkabısını elimizle yalamamız lazım”çağrısına, sabık AKP milletvekili Mehmet Metiner’in verdiği yanıt önemli: “Reis’e sadakatin bir adabı ve yordamı var. İslami ölçüleri aşan ve dinleyenlerin sahibine de Reis’e tepki koyacağı övgülerden kaçınmak lazım. Reis övgüsünü ayakkabısına kadar indirgemek yakışıksızdır. Tanıdığım bildiğim Reis bu tarz övgülerden rahatsızlık duyar. Safi zarar işte.”
Adab ve yordam bilen birisi olarak, Metiner tamamen haklı.
Her mesleğin bir adabı ve yordamı var, mesela eski dalkavuklar, sahipleri sancılandıklarında sancılanırlar, ağladıklarında ağlarlar, onları sürekli güldürmek için ellerinden gelen maskaralıktan geri durmazlarmış.
Örneğin bir padişah ve dalkavuk hikayesinde, padişah bir gün dalkavuğuna patlıcan yemeğinin lezzetini, faydalarını anlatmış, dalkavuk da onun birine bin katarak, padişaha hak vermiş. Birkaç hafta sonra, bu kez padişah patlıcanın zararlarından ve kötü lezzetinden konu açmış, dalkavuk durur mu gene bire bin katarak, padişaha hak vermiş. Padişah, dalkavuğuna “hani daha geçen hafta patlıcanı öve öve bitiremiyordun” deyince, dalkavuk “Efendim, ben patlıcanın değil, sizin dalkavuğunuzum diye yanıt vermiş… “
…
Samsatlı Lukianos’un, bundan yaklaşık 2 Bin yıl önce (Marcus Aurelius döneminde) söylediklerinin günümüzde hala ayniyle vaki olmasına bakarak; kupa arabasının kabağa, şahların padişahların patlıcana, ama içinde patlıcan kadar bile çekirdek olmayanların, şah-ı merdana, padişaha dönüşeceği muhakkak; dalkavuklar ve dalkavukluk ise elbette baki.