Sedat Peker, 11 günde yayınladığı dört videoyla ve aşağı yukarı ‘iki adım’da, devletin ve onunla ilişkilenmiş durumdaki başkaca odakların tepelerinden reaksiyon almayı başardı. Devlet yönetiminde ilk günlerde görülen sessizlik, “Bunlar çok ciddiye alınmaz, konuşulur geçilir” tahmini/temennisi taşıyor mudur? Sanmıyorum. Konunun muhatapları, karşılarına çıkan ‘şey’in ne olduğunu, herkesten önce anlamış olmalı. Ve bu sezgi de dikkatli ve temkinli olmayı, acele etmemeyi gerektirmiş olmalı. Fakat temkin, dikkat gibi yavaşlık isteyen tedbirler, geniş manevra alanları varken, güçlü savunma zırhları ve özgüven mevcutken, dolayısıyla zaman varken işlevli olabiliyor. Hem temkine, yavaşlığa, düşünmeye ihtiyaç duymak hem de artık hep acele etmek zorunda kalmak; iyi düşünülmemiş açıklamalara, acemice gaflara yol açıyor. Peker’in ikrarı başladıktan sonra, Elazığ Savcılığı, Jandarma ve Tolga Ağar’la başlayan ‘açıklama’lar yangını söndürmeye yetmedi ve yaklaşık 10 gün sonra, konunun merkezi konumdaki isimlerinden Mehmet Ağar, Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e bir açıklama yapmak zorunda kaldı.
Bu açıklamanın üzerinde durulmaya değer pek çok yanı var, ancak Yalıkavak Marina için söylediği “biz olmasak buraya mafya çöker” gafı başlıca bir sorun oldu doğal olarak. Aslında Mehmet Ağar basit bir gerçeği dile getiriyordu. Günümüz Türkiye’sinde, Yalıkavak Marina gibi –bizzat Ağar’ın tabiriyle söylersek– bir “döviz makinesi”nin kimin kontrolünde olacağına, hukuk, kanun, şeffaf ihaleler, muhterem serbest piyasa ayetleri falan karar veremez. Türkiye kapitalizminin geneline teşmil etme eğilimi gösteren ve bu yanıyla da başta TÜSİAD sermayesi olmak üzere, burjuvazinin giderek daha geniş kesimlerinde bir süredir serzeniş konusu olan bu ‘işler’, bugünkü rejimin iktisadiyatının temel unsurlarından biri. Yalıkavak’taki marinada da, Cengiz Holding’in taş ocağı için jandarmaya nöbet yazılan İkizdere’de de bu iktisadiyat çalışıyor.
Burada, ‘İkizdere olayı’ için bir parantez açmakta yarar var. Taş ocağı olayının ‘mahiyetini’ göstermesi ve yukarıda sözü edilen iktisadi ‘hücre’yi elle tutulur hale getirmesi açısından Gençağa Karafazlı’nın, MHP’li İkizdere Belediye Başkanı Hakan Karagöz ile yaptığı röportaj oldukça zihin açıcıydı. Karagöz’ün, başlığa çıkan “Cumhur İttifakı'na zarar veremem” sözlerinde belirginleşen açmaz, başka pek çok olayda olduğu gibi burada da ‘şirket’ ile ‘devlet’in iç içe geçtiği, birbirlerinin içinde çözündükleri bir durumla doğrudan ilgili. Belediye başkanı, bu röportaj boyunca muhataplık açısından 18 kez ‘devlet’ ve yalnızca 1 kez ‘şirket’ ifadesini kullanıyor. Ve bir yerde de şöyle diyor: “Devlet diyor ki, ben alacağım, ben burada bir yatırım yapacağım”… Cengiz Holding ile ‘devlet’in birbirinin içinde çözünmesi, belediye başkanının kendini savunmak için o ‘devlet’i bir totem olarak havaya kaldırdığında apaçık ortaya çıkıyor.
Bu, kimilerinin iddia etme eğiliminde olduğu gibi bir “devlet kapitalizmi” değildir; Türkiye kapitalizminin anlık bir görüntüsünün devletidir, kapitalizmin devletidir. Buradaki ‘devlet’, kanunları ve kurumlarıyla işleyen bir mekanizmayı değil; söz konusu şirket(ler) ile karşılıklı vekâlet ilişkisi içinde olan, hukuka ve toplum yararına ilişkin hiçbir fonksiyonu kalmamış bir ekonomik-politik aygıttır. Yalıkavak Marinası'nda yaşanan da İkizdere’deki gibi bu aygıtın bir işlevidir Devlet-şirket(ler) alaşımı olarak bu olağanüstü aygıt, kurum ve kuralları ortadan kaldırdığı koşullarda, bunları cebren ve keyfi olarak yaratacak kendi aparatlarını üretmektedir. Yat limanlarından dere yataklarına, İstanbul ormanlarından Anadolu madenlerine dek, ülkenin tüm değerlerinin üzerine çöken bir kapitalist devlet aygıtı ve işte onun çökme, çökertme aparatları... Ağar, hukukun bu ‘yeni’ devleti ve yöneticilerini sınırlamadığı ‘olağanüstü’ koşullarda denkleme dâhil oldu. Korkut Eken, Engin Alan ve Çakıcı’yla birlikte, tam da şimdi tartışma konusu olan yerde fotoğraf vermekten çekinmedi. Sözcü’ye de “statüko” olduğunu düşündüğü ‘denklemin’ içinden, o keyfiliğin konforuyla konuştu. Onu böyle tedbirsizce konuşmaya sevk eden, içinde olduğu statükoya güvenmesiydi. Ağar benzer ‘açık sözlü’ demeçleri daha önce de vermiştir. 1993’te, Uğur Mumcu cinayetinin failleriyle ilgili olarak eşi Güldal Mumcu’ya “[Bu cinayet] Öyle bir iş ki, bir duvar gibi… Bir tuğla çekersek duvar yıkılır” (1) demiş; 1997’de, Meclis’teki Susurluk Komisyonu'na “devlet için binden fazla operasyon yaptıklarını” söylemişti.
Ama şimdi, bu kadar küçülmüş bir çekirdeğin parçasıyken söyledikleri sadece kendisini bağlamıyordu ve bu haliyle Ağar’ın sözlerini tevil etmek kaçınılmazdı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da ertesi sabah, aslında bizzat Peker’e yanıt olarak yaptığı açıklamanın sonunda “Bu süreçte 'belki dil sürçmesidir' diye hâlâ tekzibini beklediğim cümle” diyerek sufle verdi ve kısa süre içinde Ağar’dan “Olayın kızgınlığı ve sinirliliğinden bir sürçülisan söz konusu” diye ‘yanıt’ geldi. Ağar bu ikinci açıklamasında özür de diliyordu ve bu özür Soylu’dan dilenmiş gibi algılandı. Oysa Ağar tam olarak, “Bütün meslektaşlarımı incittiğimi düşünüyorum, bundan dolayı kalbi olarak özür diliyorum” diyerek polislerden özür dilemiş, ardından da Bakan Soylu’ya ‘takdirlerini’ bildirmişti. Tüm bu açıklamaların tonu, hem Ağar’ın hem Soylu’nun aslında Erdoğan’a konuştuğu sonucunu çıkarmaya uygun. Bir süredir yalnızca Cuma namazlarından sonra kamuoyuna hitap eden Erdoğan’ın konuya ilişkin sessizliği de bu çıkarımla örtüşüyor. Saray sözcüsü İbrahim Kalın ve iletişimden sorumlu Fahrettin Altun’un Soylu’ya açık destekleri ise bir hiyerarşi kurmuyor: Bu kritik anda devletin ‘şeklen açık’ kısmında yer alanları gözetmek daha güvenli olmalı!
Bu duruma ilişkin ilgi çekici bir başka açıklama Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Cemil Çiçek’ten geldi. AKP kurucusu, Adalet Bakanlığı ve Meclis Başkanlığı yapmış ve AKP içindeki en ‘geleneksel devlet’ unsurlarından biri olarak değerlendirilen Cemil Çiçek, Sedat Peker'in iddialarıyla ilgili olarak şöyle diyordu: “Binde biri bile doğruysa felaket ve sıkıntıdır. Videoları seyreden, gazetede okuyan ilgili savcı ya da savcıların harekete geçip gereğini yapmaları lazım.”
Cemil Çiçek de ortaya çıkan durumun bir kamuoyu köpüğü yaratarak geçip gitmeyeceğini, ‘bir şeyler yapmak gerektiğini’ görmüş belli ki. Onun da, karar mekanizmalarını neredeyse tamamen tekeline almış olan Erdoğan’a konuştuğunu, kendisinin de içinde olduğu bir kesimin tutumunu ona (da) aktardığını söyleyebiliriz. Konunun küçümsenmemesini, gel-geç bir kriz olmadığını lisan-ı münasip ile telkin ediyor Çiçek.
Ağar’ın her iki defasında da Sözcü’ye, Cemil Çiçek’in ise Deutsche Welle Türkçe servisine konuştuğunu da not etmeli. İktidarın elinin altındaki TV kanalları ve gazetelerde, “meleklerin cinsiyetini tartışırcasına” ortamlar kurup gerçeklerin tümünden kaçan bu propaganda çöplüğünün ne denli itibarsızlaştığını; hatta şimdi alenen konuşulmaya başlanmış ilişkiler ağının içinde yer aldığını gösteren ilgi çekici bir ortak tutumdur bu.
* * *
Burada geçen hafta da konu ettik: Türkiye, bazı dönüşüm kavşaklarında, iç ve dış gerilimlerin kendisini ‘yeni bir duruma’ uyarlanmaya zorladığı koşullarda böyle cerahatler derinin altından dışarıya daha kolay ve işlevsel olarak sızıyor. Konu şimdiden Sedat Peker’in cüssesini aşmış durumda. Belli ki bir süre daha içinde kalacağımız bu burgaç, yine ‘iç ve dış gerilimler’in rüzgârıyla oluşuyor. ABD’nin bölgede ve giderek küresel ölçekteki restorasyon girişimi, Türkiye’de zaten bir süredir mevcut olan benzer bir arayışla örtüşüyor. Devletin yasal ve keyfi gücü ölçüsüzce büyürken toplumun çok geniş kesimlerinin sorunları ve çözümsüzlüğü de büyüyor. Batıyla entegre durumdaki büyük sermayenin ardından, görece daha küçük kapitalistler, tüccarlar ve esnaf da iktidarın etki alanından kopuyor. MHP destekli AKP rejiminin sınıfsal ittifakı, bu 20 yılın en gevrek, en kırılgan anında. “Felaketler asla yalnız gelmez” kara kehaneti, ekonomik kriz ve salgın krizinin yanında bir devlet krizi ile yüzleştirerek bu rejim için de gerçekleşiyor. Susurluk, ekonomik kriz, deprem döngüsü, benzer unsurlarla yeniden kuruluyor.
Erdoğan’ın tam da böyle bir anda, neredeyse birkaç cümle arayla, hem “salgın döneminde vatandaşlarına en yaygın ve etkin sosyal destek sağlayan ülkeler arasında yer alıyoruz” hem de “sıkıntıya düşen esnafımız, çalışanımız olduysa hepsinden helallik istiyoruz” demesi, içinde oldukları açmazın ürünü. “Helalleşme”, işlerin iyi gittiği koşullarda geçerli olabilecek, fazla soyut ve boş bir ritüel. Gerçek hayat bundan çok daha fazlasını istiyor; ama bunu yapabilecek ne maddi olanakları ne de fikri kapasiteleri var. Partiden bakanlıklara dek neredeyse tüm iktidar unsurunun “silmek” zorunda kalacağı malzemeler neşretmesi bir düzensizlik, dengesizlik işareti olarak ekleniyor bu tabloya. Gaf ya da kötü iletişim değil yaptıkları; hakikatlerden, onun sonuçlarını göremeyecek kadar kopuk olduklarını, daha iyisini yapamayacaklarını gösteren birer vesika. Zweig’ın “Merhamet” romanının hemen başında, hızla bir felakete doğru sürüklenecek olan kahramanı Teğmen Hoffmiller’ın çabalarıyla ilgili söylediği sözleri hatırlatıyor: “İnsan bozulan bir saatin çarkını alelacele onarmaya kalkışırsa mekanizmayı hepten bozar.” (2) Mekanizma hepten bozuluyor. Ve Türkiye’yi, kimin ve nasıl temizleyebileceği sorusu giderek daha acil ve hayati bir soru haline geliyor.
(1) Ağar, daha sonra 15 Temmuz darbe girişimini araştıran Meclis Komisyonu’na verdiği ifadede bu sözü yalanlama yoluna gitti. Ancak Güldal Mumcu, avukat Emin Değer'in de söz konusu konuşmada orada olduğunu hatırlatarak, Ağar’ın bu sözleri söylediği bilgisini tekrarladı.
(2) Merhamet, Stefan Zweig, Yordam Kitap, 2010