Yalnızlıkla Kimsesizlik nasıl karıştı; neden? Sömüren sınıflar bireyin yalnızlığından ne istiyor? Goya’nın Köpeği’yle, Friedrich’in Keşiş’i neden birlikte anılmamalı?
Nasıl söylemeli şimdi; her an geçmişine ve yanılgısına sevdalı düşçüler aleminde, “Yalnızlık” diyerek yaşadığımız dalgınlıkları, içe kapanışları “Kimsesizliğe” eşitleyen abaküsün taneleri gibiyiz...
Üst Üste düşüyor günlerimiz...
Nasıl söylemeli şimdi?
***
Resim tarihinde, Francisco Goya’nın Bir Köpek (1819-1823) adlı tablosuyla; Caspar David Friedrich’in Deniz Kenarındaki Keşiş’i (1808-09) birlikte anılagelmiş... Bu günümüzde de sürüyor.
Bu özdeşleştirme bence tepeden tırnağa yanlıştır...
Birbirine ters iki ayrı imgeyi, birbirine zıt meseleleri düşündüren bu iki eseri, kendi anlam bağlantılarından koparan bu özdeşleştirme sadece yanlış değil iki esere de haksızlıktır...
***
Goya’nın o muazzam sadelikteki resmi, bizi daha çok Kaygı, Umutsuzluk, Belirsizlik gibi kavramlar üzerinde düşünmeye davet eden nadir eserlerden biridir. Bu aynı zamanda bir fabldır...
Friedrich’in Keşişi ise doğrudan doğruya Yalnızlık kavramı üzerinde düşünmeye çağırıyor.
***
Tuhafa bakın ki resim alanında benim karşı çıktığım bu özdeş-yanlışlık, bizdeki benzer bir mevzuyla önemli ölçüde çakışıyor.
Şöyle özetleyebilirim:
Türkiye yazın (edebiyat) yaşamında, kavramlar üzerinde düşünmemiş şair, yazar ve çevirmenlerce, “Yalnızlık” ile “Kimsesizlik” sık ama çok sık karıştırılmaktadır.
Türkiye yazını “Kimsesizliği” çoğunlukla “Yalnızlıkla” karşılıyor, sunuyor.
***
Olur olmaz yapılan bu özdeşleştirmede insan düşünüşünü sakatlayan bir yan vardır. Ya da... Çoğunluğun düşünüşüne musallat edilmiş hastalıklı, sakat yanı daha ön plana çıkarmakta, bu yanı daha çok benimsetmek istercesine vurgulamaktadır.
***
Kimsesizliğin yalnızlık kavramıyla karşılanması her şeyden önce hakikate ilişkin ve özünde devrimcilik taşıyan “Yalnızlık” gibi bir kavramı daha iyi düşünmemizi engelliyor. Dahası var: Bu özdeşlik, insanların değişik biçim özellikleriyle yaşadığı “Kimsesizlik” olgusunu da bütün bağıntıları, içeriği ve ayrımlarıyla anlamanın yolunu kesiyor.
Ah örneğin bu “Kimsesizlik.” Bunun “Kapatılma / Hapsedilme” hali var, “Yalıtılma / İzolasyon” ya da “Yoksunluk,” “Kaçmak / Saklanmak” gibi elvan halleri var...
***
Yalnızlık devrimcidir. Bireyin seçme gücüdür.
Kimsesizlik başımıza gelendir. Seçemeyiz.
Yalnızlık insanın kendi benliğine, kişiliğine önem vermesi; bireyin, bu dünyanın bir olanağına dönüşebilmek için yaratıcılığını beslemesini sağlayandır.
Kimsesizlik muhtaçlığın, mahzunluğun insanı çaresizlikle esir almasıdır.
Demiş ya Fuzuli:
“Ne açar kimse kapım bâd-ı sabadan gayrı
Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge.”
Kimsesizlik budur. Sabah rüzgarından başka kapımızı çalacak kimsemiz yoktur; ateşin dilinden başka derdimize ortak olacak, yanacak kimsemiz yoktur...
***
Biraz durmak ve bir karar vermek gerekiyor.
Tablolar üzerinde daha çok ilerlemeden Goya’nın Köpeği’ni Caspar David Friedrich’in, Keşiş’inden de bu yazıdan da ayırmak kaçınılmaz görünüyor. Zira kapsamı, düşündürdükleri ve çağrısı sahiden apayrı...
Bu eseri ayrıca konuşmalıyız, diyorum. Yine mi söz vermiş oldum?
***
Yalnızlık için Friedrich’in eserleri daha elverişli. Ancak Yalnızlık ile Kimsesizlik ikilemi bakımından meramın tümünü karşılamıyor. Böyle bir kıyaslama için resim sanatında ele alınabilecek birçok isim ve yapıt vardır. Örneğin Edward Hopper ilk akla gelen oluyor. Ancak, Hopper’in resim problematiği sanılandan epey farklıdır. Bu nedenle Edward Munch’un birçok eseri bu kıyaslamaya daha çok uygun görünüyor.
***
Bu kavramlar için bunca titizlenmemin nedenini yapabildiğim kadar öz ve açık anlatmaya uğraşacağım.
Resim sanatında veya dilde Kaygının, Kimsesizliğin, Çaresizliğin, Saklanmanın vb. Yalnızlıkla birbirine bu kadar karıştırılmasının, bu özdeşliğin kendiliğinden olmadığını; altında ideolojik bir gıcıklıklar silsilesi işlediğini düşünüyorum.
***
Yolumuz yine sömürerek yöneten sınıflara çıkıyor. Bu sınıflar, ‘kendi kendine kalmak’ dediğimizi, kişinin kendi kişiliğine yatırım yapması (beni’ni oluşturma çabasını), yaratma cesaretinin bir parçası kılmasını ister mi?
İstemez; çünkü bu insan tipini yönetmek zordur, mümkünsüzdür. Bu nedenle de Yalnızlığını yaratıcı kılabilen sahici sanatçıları, bilim ve düşünce insanlarını, yurttaşları sevmezler. Onların mümkünse mezarda ya da hapiste olmasını isterler. Bu olmadığı zamanlar onların seslerini kısacak, duyulmalarını engelleyecek yöntemleri piyasaya iteklerler.
Dahası ellerindeki olanaklarla bunu, “toplumların normali” olarak kakalarlar...
***
Çünkü, büzüşmüş zihin, yönetilmeye en uygun zihindir.
Bu yüzden insanın kendi kendiyle geçireceği zamanlara kültürel açıdan müdahale edildi ve ediliyor. Melankoli, arabesk, kasvet veya sonu gelmez içe kapanmalar, karamsar hüznün kutsanması insanın kendiliğindenliği değildir. Öğretilendir, benimsetilendir.
Bu yalnızlığı pespaye etmekle kalmıyor, insanı hasta kimsesiz kılıyor...
Munch, insanın başına getirilmiş bu hastalığı, sakatlığı en iyi gören ressamlardan biridir.
***
“Yalnızlık” deriz ve ‘hem bıçak hem yara’ olan zamanlarda kaçışı, tanrısal sözcüklerle süsleriz... Soğumuş bir yarada büyüyen öykülerin buluştuğu bir film şeridinin misafirleriyiz aslında... Zorun senfonisine gücümüz yetmediğinde çoğunlukla kimsesiziz ama yalnız değiliz.
Çünkü yalnızlık bu değil...
***
C.D.Friedrich’in ister Keşişi’ne bakalım, ister bir uçurumun kenarında sisler denizini seyreden Wanderer Above The Sea Of Fog / Denizin Üstündeki Gezgin’ine, insanın yalnızlığının aynı zamanda bir arayış olduğunu düşündürür bize. Doğanın arındırıcılığı içinde, hareket halindeki yalnızlıklardır baktığımız.
Keşiş’e bakarken şunu düşünmeden edemedim: Çobanlar, dervişler, keşişler, azizler aslında yalnızlık sütüyle beslenirler. Bu onları farklılaştırır. Kıyaslamak gibi olmasın da neden bir ucunda bizim derviş Yunus Emre’mizi düşünmeyelim?
Bu, çoğumuzun gıpta ettiği ve fakat cüretsiz kaldığı, bigâne kılındığıdır.
***
Munch, denince pek çok insan, elbette ilk onun ikonik eseri Çığlık’ı düşünüyor. Ancak... Karl Johan Caddesi’nde Akşam adlı yapıtından başlayarak; Melankoli, Çaresizlik, Günbatımında Sıkıntılı Ruh gibi yapıtları anlaşılmadan Çığlık’ın da derinlikli anlaşılmasının olanaklı olmadığını düşünüyorum.
***
Munch da Friedrich de endüstriyel gelişmenin zirveleri zorladığı; sanayinin handiyse cinnet geçirircesine ilerlediği bir devrin ressamıdır. Bütün bu gelişmelerle birlikte gelen kültürü yakından izliyorlar.
Fakat, Munch’un gözlem ve yansıtma gücü, çağdaşı pek çok ressamdan farklıdır. Örneğin yeni kentleşmelerin getirdiği arızalarla, psikolojiyle yakından ilgilidir. O çağda, sanayi proletaryası, hem kendini bir sınıf olarak buluyor hem bu cinnet içinde yitip giden bireyler topluluğu halinde yalpalıyor.
Çığlık’taki patlamayı daha iyi anlayabilmek için Munch’un sıkıştırılmış, korkutulmuş, bezdirilmiş insanlarına bakmak kaçınılmazdır.
***
NOT: Bu arada ben, Yalnızlık-Kimsesizlik kavramlarıyla ilk, Evrensel Kültür dergisinde yazarken ilgilenmişim (Nisan 1994, sayı 28) Sonra o yazıyı Bakmak-Görmek kitabıma almışım (Öteki Yayınları, 1998). Şimdi yazarken o yazımdan azıcık tırtıkladım.