Yalnızlar rıhtımında…

İncir çekirdeğini doldurmayan olaylardan, basit insanların hayatından, bilsek ne olur bilmesek ne denilebilecek bir tarihten; yalnızlık, geleceksizlik, umutsuzluk, korku ve daha birçok şeye dair hikâye çıkarmalı başarıyor Martin McDonagh. “The Banshees of Inisherin” durağanlığın, rutinin, hareketsizlik ve ufuksuzluğun ruhlarda yarattığı körelmeyi, bu durumun kendi içine gömülen ve kendini yok eden yönlerini çok usta dokunuşlarla anlatıyor seyirciye.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

“The Banshees of Inisherin” dokuz dalda kazandığı Oscar adaylığından önce de yılın en iyilerinden birisiydi kuşkusuz. Hatta şu ara filme dair dolaşan “Gerçek İrlanda bu değil” temalı yazıya rağmen yılın en iyi filmi bence. Çünkü filmin İrlanda’ya dair olduğunu iddia etmek de mümkün değil. Evet, mekan olarak İrlanda’yı seçmiş olması, ülke tarihinin en önemli dönemlerinden birisine vurgu yapması anlatıya bir mekânsallık sağlıyor ama bütün bunların birer metafor olmaktan öte vasfı yok kanımca.

Hatta kimi Türkiyeli eleştirmenlerin bu yazıdan hareketle filmi “Mustang”e benzetmeleri fazla zorlama. “Mustang” tam da bu coğrafyaya ve insanlarına dair bir filmdi. Bizzat onları anlatma iddiası taşıyordu, zaten bu yüzden de bu kadar kıymet gördü Batı’da. Onların buralara yönelik sorunlu bakışını onaylayan bir yapım olduğu için. Oysa “The Banshees of Inisherin” yalnızlık, erkeklik ve onun türevleri üzerine daha çok. Geçtiği coğrafya ve kültürle yapılan ilişkilendirilmeler ikincil önemde bu yüzden.

Inisherin, İrlanda ana karasına çok yakın bir ada. Yıl 1923, İrlanda iç savaşının son demlerindeyiz. 31 Mart günü tanışıyoruz karakterlerimizle. Küçük bir adanın sıkıcı bir gününde, yıllardır çok yakın dost olan iki arkadaşın dünyasına davet ediyor bizi yönetmen Martin McDonagh (Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri - Yedi Psikopat- In Bruges). Her şeyin aynı kalmasından, hayatının tekdüzeliğinden memnun Pádraic, yakın dostu olduğunu düşündüğü Colm’un bir daha onunla konuşmak istemediğini söylemesiyle sarsılıyor. Çünkü artık onu sevmiyor Colm, sıkıcı buluyor üstelik. Bu ikilinin hayata karşı durduğu yer, adadaki diğer erkekleri de tanımamıza vesile oluyor böylece. Pádraic, çok zeki olmayan ‘kibar olma’yı önemseyen ve rutinlerine sadık birisi. Rutinler onun için hayatın normal aktığının göstergesi. Saat 14.00’ü vurduğunda bara gitmek, Colm’la bira içmek, günlük hayattan bahsetmek, eşeği ve hayvanlarıyla ilgilenmek onun için yeterli. Colm’un arkadaşıyla arasına mesafe koymasının nedeni de tam olarak bunlardan sıkılması. Yaşadığı hayatı Pádraic’ta cisimleştiriyor ve onunla arasına mesafe koyarsa, işlerin düzeleceğini düşünüyor. Ama öyle olmuyor tabii ki. Colm’un bedenine uyguladığı şiddet yalnızca Pádraic’a duyduğu öfke değil. Ki Pádraic ona kendisini göstererek öfkelendiriyor zaten. Papazla yaptığı günah çıkarma seanslarından da anlıyoruz ki, aynı zamanda yoğun bir umutsuzluk sarmalı içinde. Kendini yok etmeye çalışıyor.

McDonagh’ın seçtiği evler bile karakterlerinin özelikleriyle uyumlu. Pádraic, adanın ortasında bir evde kız kardeşiyle birlikte yaşarken, Colm sahilde deniz kıyısında, adanın dışındaki bir yerlere bakarak sürdürüyor hayatını. Final sahnesi bu ikiliği güzel koyuyor ortaya öte yandan. İkisi arasındaki temel sıkıntı, birinin gitmek, ötekinin ise kalmak istemesi. Ama asıl sorun biri neden gitmek, öteki neden kalmak istediğini tam bilemiyor. İçgüdüsel davranıyorlar çoğu zaman. Kendilerine karşı olan bu savaşları, birbirlerine karşı yükselen bir düşmanlığı körüklüyor böylece. Tam da bu noktada iç savaşın bir metafor olarak kullanıldığını düşünüyorum. İrlanda İç Savaşı, halkın ortadan ikiye ayrıldığı, bugüne kadar gelen bir husumetin de fitilini ateşlemişti. Inisherin, bütün bu karmaşanın dışında ama her gün top ve silah seslerini duyacak kadar da içinde öte yandan. Ada dışında dünya yıkılıp yeniden kurulurken, kendi küçük dertleriyle uğraşan bir grup ‘sıkıcı’ adamın evrenini ustalıkla genişletiyor yönetmen. İç savaş, bu adamların kendi aralarındaki mücadelenin metaforuna dönüşmüyor sadece, aynı zamanda orada olamamanın, tarih yazılırken dışına düşmenin suçluluğu da var bir kısmında. Bu tekdüzelik, Pádraic ve Colm’un merkezinde olduğu bir halkaya dönüşüyor nihayetinde ve polisin, bar sahibinin ve olup bitenleri tam olarak kavrayamayan Dominic’in varlığıyla ufukları bir adanın ötesini aşamayan bir grup erkeğin anlatısına dönüşüyor.

.

Ama öte yandan, bambaşka bir kadın dünyası inşa ediyor Martin McDonagh. Bir tür büyücü/cadı karışımı varlığıyla McCormick, adada olan, olacak olan her şeye hakimmiş gibi görünüyor. Dedikoducu gibi görünse de asıl olarak dış dünyadan haber dilenen, oralarda ne olup bittiğini merak ederek hayat enerjisini yükselten bakkal kadın O'Riordan da bu renkliliğe katkı sunuyor. Ama asıl olarak Pádraic’ın birlikte yaşadığı kız kardeşi Siobhan bir turnusol işlevi görüyor. Adanın gerçekte ne olduğunu, bütün bu ‘erkek husumetleri’nin kaynağını o seziyor içten içe. Colm’un abisini sıkıcı olmakta suçladığı sahnede verdiği “hepiniz öylesiniz” minvalindeki cevapta olduğu gibi. Çünkü okuyan, dünyayı merek eden, etrafını gözleyen birisi o. Adanın ufkunun ötesinde bir dünyası var ki, finalde de bunu anlıyoruz. Üstelik Siobhan ve kadınların ayrıksılığı bunlarla sınırlı da değil. Koyu renklerle bezenmiş erkek topluluğu içinde tarzlarıyla da ayrılıyorlar. Siobhan’ın rengarenk elbiseleri, bu ruhu kararmış topluluk içinde başka bir duruma işaret ediyor haliyle.

.

Martin McDonagh’ın önceki filmlerinde de şahit olduğumuz senaryo maharetine de değinmeden geçmeyelim. İncir çekirdeğini doldurmayacağını düşündüğümüz bir ayrıntıdan, kimsenin umurunda olmadığı basit insanların hayatından, bilsek ne olur bilmesek ne denilebilecek bir tarihten; yalnızlık, geleceksizlik, umutsuzluk, çaresizlik, korku ve daha birçok şeye dair katman katman açılan bir hikâye çıkarmayı başarıyor McDonagh. Doğayı, hayvanları ve havayı da işin içine katmayı ihmal etmeden. İnsan denilen yaratığın en evrensel hallerini, en basit olanları üzerinden anlatıyor bir kez daha.

“The Banshees of Inisherin”, bir taşra anlatısı öte yandan. Durağanlığın, rutinin, hareketsizlik ve ufuksuzluğun ruhlarda yarattığı körelmeyi, bu durumun kendi içine gömülen ve kendini yok eden yönlerini çok usta dokunuşlarla anlatıyor seyirciye. Bu ustalığa her biri Oscar adaylığı elde eden Colin Farrell (Pádraic), Brendan Gleeson (Colm), Kerry Condon (Siobhan) ve Barry Keoghan (Dominic) da eklenince yılın en iyi yapıtlarından birisi çıkıyor ortaya. Mutlaka izleyiniz, sinemada izleyiniz!

Tüm yazılarını göster