Yalnızlığın Felsefesi’ne dair
Yazar ve filozof Lars Svendsen, “Yalnızlığın Felsefesi”nde yalnızlığın üstüne giderek bu en insani duygunun hem olumlu hem olumsuz taraflarını masaya yatırıyor. Felsefe, psikoloji ve sosyal bilimlerde yapılan son çalışmalardan yararlanan “Yalnızlığın Felsefesi” farklı yalnızlık türlerini keşfe çıkıyor ve insanları bunlara yatkın kılan psikolojik ve sosyal karakteristikleri inceliyor.
Senem Gezeroğlu
Norveçli yazar ve filozof Lars Fr. H. Svendsen’in kaleme aldığı Yalnızlığın Felsefesi, Murat Erşen çevirisi ve Redingot Kitap etiketiyle 2017 yılında okura sunuldu.
Yalnızlığın Özü, Duygu Olarak Yalnızlık, Kimler Yalnızdır?, Yalnızlık ve Güven, Yalnızlık Dostluk ve Sevgi, Bireycilik ve Yalnızlık, Tek Başınalık, Yalnızlık ve Sorumluluk başlıklarıyla sekiz ana bölümden oluşan kitapta yalnızlık kavramının özüne, çeşitlerine, etkilerine, insanla kurduğu ilişkiye dayanarak felsefesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Yazarın, bu kavramı felsefi açıdan ele almasının sebebi, insanların kendi deneyimlerini tanıma ve başkasına aktarmakta başarısız olmasıyla ilgilidir. Bir deneyimi başkalarıyla paylaşsak bile, bu deneyimin sadece bize ait olan ve asla bütünüyle aktarılamayan yanları vardır. Yalnızlık da böyledir, hepimiz onu ilk elden tanımamıza rağmen tanımlamakta ve başkalarına aktarmakta yetersiz kalırız. Bu durumda içe bakış yetmez ve devreye sosyoloji, psikoloji, nöroloji ile ilgili birçok verinin girmesi gerekir. Yalnızlığın Felsefesi ise deneysel bulgulara olduğu kadar çoğu felsefi eserle ilişki kurarak kavramsal analizlere ulaşmayı hedefleyen bir kitaptır. Kitapta birçok yazar ve şaire atıfta bulunan Svendsen, kavramları ve fikirleri tartışırken özellikle filozofların, bunların içindeyse Platon, Aristo, Heidegger, Nietzsche, Rousseau, Hegel, Kant, Wittgenstein, Cioran, Kierkegaard, Simmel’in görüşlerine yer verir.
‘YALNIZLIĞIN ÖZÜ’NE İNMEK
Kitabın birinci bölümünde yazar, felsefeden ziyade psikolojiye ve sosyal bilimlere dayanan açıklamalar yaparak yalnızlığın farklı türlerinin genel taslağını çizer, onun bir çeşit duygu olduğunu ve sık sık başka olgularla, özellikle tek başınalıkla karıştırıldığını ifade eder. Kitap boyunca yazarın en fazla üzerinde durduğu konu bu olmuştur. Ona göre yalnızlık, mantık ve deneyim açısından tek başınalıktan bağımsızdır. Mesele bireyin etrafında başka insanlar ya da hayvanlar olması değildir, mesele daha ziyade bu bireyin başkalarıyla ilişkisini nasıl deneyimlediğidir. Tek başınalık, sayısal ve fiziksel bir terimdir; bir kişinin başkalarıyla çevrili olmadığı olgusundan fazlasını belirtmez, olumlu mu olumsuz mu olduğu konusunda herhangi bir değerlendirmede bulunmaz, bağlamına göre değer kazanır. Sözgelimi bir insan tek başına yaşamaktan, sinemaya gitmekten, yemek yemekten keyif alabilir ama yalnızlık, çoğunlukla olumsuz bir hâli ifade etmek için kullanılır ve duygusal bir boyutu vardır. İkisinin farkına dair beni en çok etkileyen cümle şu olmuştur: “Yalnızlıkta, insan kendisiyle bir başınadır, oysa tek başınalıkta kendisiyle birliktedir.” (172) Svendsen, sorunun özüne inerken yalnızlığın ve tek başınalığın farklılıklarını bunun gibi cümlelerle ve örneklerle açıklar, merkezde ise işin felsefesi vardır.
“Hiç kuşkusuz başkalarıyla yakın bağlar kurmaktan kaçınarak kendinizi daima yaralanmaktan uzak tutmaya çalışabilirsiniz ama bunun bedeli daha temel bir yalnızlıktır”(11) diyerek, aslında her adımda karşımıza çıkan bu kavramı daha yakından tanımak için onu farklı yönleriyle incelemeyi, düşünmeyi, tartışmayı uygun bulan yazar, ikinci bölümde duyguların doğasına dair kısa bir tartışma metninden sonra yalnızlığı bir duygu olarak ele alır.
KİMLER YALNIZDIR?
David Foster Wallace’ın deyimiyle "Yalnız insanlar yalnız olmaya daha ziyade eğilimlidirler çünkü başka insanların etrafında olmanın psişik bedelini taşımayı reddederler. İnsanlara alerjileri vardır. İnsanlar onlara fazla tesir eder."
Kimler yalnızdır ve bunların sayısı nedir, bu sorulara doğrudan cevap vermenin bir yolu olmadığını; çünkü bunun öznel bir durum olduğunu açıklar Svendsen. Belli bir anlamda hepimiz yalnızızdır, ancak birbirimizin yalnızlığını kesin çizgilerle ayırabilen, derecesini ölçebilen bir aygıt yoktur. Testlerle ve anketlerle belirlenen birtakım ölçekler vardır; toplumsal-duygusal yalnızlık ölçeği, tek başına olmayı tercih etme ölçeği gibi… Ancak bunlar bile yeterli değildir, çünkü bizim “his”lerimizle ilgilidir ve değişkendir. Eldeki verilerden, grafiklerden, rakamlardan hareket ederek Norveç yalnızlığına, sosyal gruplara, cinsiyet, kişilik türlerine değinen yazarın insan ve diğer insanlar arasındaki ilişkiyi somutlaştırmaya çalışması önemli bir hamledir.
Svendsen, “Yalnızlık ve Güven” adını verdiği diğer bölümde, bu iki kavram arasındaki ilişkiyi açıklarken nedensel bir bağ kuramasa da açık bir ters bağıntı kurar. Ne kadar güvenilirsen, o kadar az yalnızsındır ve ne kadar güvenilir değilsen o kadar yalnızsındır. Hem bireysel düzeyde hem de bütün olarak ülkeler incelendiğinde bu ikisi arasındaki ilişki oldukça güçlü görünür. Yazar bunu birtakım sayısal değerler ve ülkeler üzerinden açıklamayı tercih eder ve güven kültürü, totaliter yalnızlık bağlamında ortaya çarpıcı sonuçlar da çıkar. Bununla birlikte, insanın doğasına inip meseleye temelden yaklaşmak ve yalnızlıkla güven arasındaki ters bağıntıyı “güç” kavramıyla açıklamak mümkündür. İnsanlar kendilerini kalabalıklar içinde daha güvende hissederler; bir grubun, kurumun, topluluğun kişide bıraktığı güven duygusu, tek bir insanın bıraktığından daha fazladır. Meseleyi insanın doğasından, avcı toplayıcı dönemden gelen genetik kodlardan ele alırsak, yalnız insan zayıftır ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere açıktır; bir kişinin yanında durmaktansa topluluğa ait olmak insana güven verir. Kaldı ki, yalnızlığın evrimsel açıklamalarını yapan bazı düşünürlere göre bizler, başkalarıyla birlikte gruplar hâlinde yaşamak üzere gelişmişizdir; dolayısıyla yalnızlık, insanın doğasına aykırıdır. Yazar buradan hareketle acaba yalnızlık, sevginin ya da arkadaşlığın zıttı mıdır diye sorar ve bunu daha iyi anlamak için beşinci bölümde arkadaşlığın ve sevginin insan yaşamındaki rolünü irdeler.
“Yalnızlık, Dostluk ve Sevgi”de diğer insanlarla kurduğumuz bağ ve görme biçimlerinden hareketle varoluşun yalnızlık ekseninde sorgulanmasını okuruz. "Birinin varoluşunun, olmasının ya da olmamasının başka herkes için büsbütün önemsiz göründüğü bir dünyada yaşamak tahammül edilemez bir şey olacaktır" (34) diyerek aslında başkaları tarafından görünür olmanın insanı ne kadar etkilediği, yalnızlık denen kavramın bu etkinin neresinde durduğu irdelenir. Arkadaşlık, dostluk, sevgi, aşk gibi bağlarla örülen ilişkilere yalnızlık ekseninde görme, görünme, bilinme, tanınma, var olma penceresinden bakılır. Bir başınalığımızın ilişkilerimizi nasıl etkilediği ya da ondan nasıl etkilendiğimiz üzerine kafa yorulur.
Yalnızlık kişinin sadece içinde değil, içinde bulunduğu sosyal mekânlarda da ikâmet eder. Kalabalıklar içindeki bir bakıma böyledir. Tek başına değil ama yalnızsınızdır. Fiziksel yakınlığa rağmen, kendinizle başkaları arasında aşılamaz bir mesafe vardır. Bununla birlikte, kendimizle aramızda, başkalarıyla olmayan bir ilişki vardır. Kişi, “kendilik” bilincini de burada fark eder. Kendilik bilincinin önemli bir bölümü kendimizin başkalarından ayrı olduğunun farkındalığından gelir. Fakat sevgiyi, aşkı, arkadaşlığı ve dostluğu özel kılan şey; kendimizden ayrı, kendimizin bir kopyası ya da gölgesi olmayan ama kendi benliğimize dışarıdan bakmamızı sağlayarak var olduğumuzu doğrulayan/onaylayan biriyle kurduğumuz ilişkidir. Arkadaşlık, dostluk, sevgi ve aşk adını verdiğimiz bu ilişkiler sayesinde kendimizi başkalarının gözüyle görebilir, varlığımıza dışarıdan bakabiliriz. Svendsen de bu kavramların altını çizerek, ne gibi içerimlere sahip olduklarını açıklayarak ilginç tespitlerde bulunur. Mykle’nın romanından hareketle aşk yalnız bir şeydir der mesela; bu yalnızlık, birlik oluşturduğunuzu düşündüğünüz kişinin aslında sandığınızdan farklı olduğunu fark ettiğiniz, birliğin çöktüğü ve bir uçurumla ayrıldığınız zaman ortaya çıkar. Dostluk ve arkadaşlık, paylaşım ve karşılık gerektirirken aşk, karşılıksız devam edebilir veya paylaşımı reddedebilir. “Arkadaşlarının başka arkadaşlara sahip olmasını pek kimse sorun etmezken, aşklarının başka birini sevmesini kabul edilebilir bulan çok az insan vardır. Dostluk bir parçanızı talep eder, oysa aşk tüm benliğinizi.”(109) der Svendsen.
BİREYCİLİK VE YALNIZLIK
Yazar, bu bölümde, modern bireyi mercek altına alarak kendi deyimiyle nasıl bir yaratıkla karşı karşıya olduğumuzu ve yalnızlığın bu karaktere özellikle musallat olup olmadığını gündeme getirir. Liberal birey, solo yalnızlık gibi kavramları açıklayan ve konuyu bireycilik-sosyallik-sosyal medya açısından ele alan yazarın odak noktası yalnızlığa duçar olmuş bireylerdir. Toplum tarafından bırakılmışlıkla kişinin kendi tercih ettiği yalnızlık (ilk bölümde yazarın “tek başınalık” dediği) arasında duygu değeri bakımından fark vardır. Yalnız yaşamayı seçen bir kişi diğer insanlardan daha asosyal olma ihtiyacı duymaz, tek başına yaşamak diğerlerinden daha asosyal olmak anlamına da gelmez, aksine yazara göre yalnız yaşayanlar, başkalarıyla birlikte yaşayanlara ya da evlilere göre daha sosyaldir.
Neredeyse her bölümde yalnızlık ve tek başınalık arasındaki farka değinen yazar, “Tek Başınalık” adını verdiği bölümde, konuya özellikle filozofların penceresinden bakarak tek başına olmayı, muhakeme kabiliyeti, tefekkür, yaratıcılık, özgürlük gibi kavramlar aracılığıyla ele alır. Tek başınalık kavramı, farklı düşünürlerin görüşleriyle özellikle sanat ve sanatçı bakışıyla tartışılır. İlgilisi için kitabın en özel bölümüdür. Larson’un ifadesiyle, “tek başınalıkta kendimle daha doğrudan bir ilişki kurmayı başarırım çünkü bu ilişki başkasının bakışıyla dolayımlanmamıştır.” Tek başınalıkta, başka biri için nesne olma deneyiminden kaçarız. Bu, başkalarından azat olmayı ve özgürlüğü ifade eder. Başkalarından kaçarken amaç, sadece özgür olmak değil kendinle baş başa kalarak keşfetmek, düşünmek, düşlemek, içe dönmek ve sonra üretmektir. Svendsen’e göre kitap yazan çoğu insan bunu ancak tek başına olduğunda yapabilir. Marguerite Duras, Yazmak adlı kitabında şöyle der: "Yazının yalnızlığı, o yalnızlık yazı ediminin gerçekleşmediği ya da yazacak başka ne kaldığı araştırılırken ufalanarak dağılıp giden bir yalnızlık. Yazı, kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanıyamayacağı hale geliyor. Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına hep bir mesafe koyması gerekir. Bir tür yalnızlıktır bu. Yazarın, yazmanın yalnızlığıdır bu."
“Yalnızlık ve Sorumluluk” adını taşıyan bölümde bazı duygular ve değerler etrafında hayatın anlamı ve ölümün kaçınılmazlığı sorgulanmıştır. “Başkaları yalnızlığınızı ancak siz onu gösterdiğiniz ölçüde tanır” diyen ve bir insanın yalnızlığına girmek ya da o insanı kendi yalnızlığına almak, her iki durumda da artık yalnız olmaktan çıkmak gibi fikirlerle son vuruşu yapan yazarın savunduğu temel şey ise “yalnızlığı tek başınalığa dönüştürmek” olmuştur.
BU SİZİN YALNIZLIĞINIZ…
İnsan, var oluşundan yok oluşuna hızla koşarken kendisine doğru ilerleyen yalnızlığıyla, ister kabullensin ister kabullenmesin, er ya da geç karşılaşacak, bir an ya da sürekli kendisiyle baş başa kalacaktır. Svendsen, bu durum kaçınılmaz olarak zaman zaman tokat gibi çarpacaktır dese de, Yalnızlığın Felsefesi’yle “her şeye rağmen bu sizin yalnızlığınız” demeden de edemez.