Modern, kimine göre postmodern mesihlerin, guruların, şifacıların mesaisi tüm hızıyla devam ediyor. Onlara muhtaç yalnız, aciz kullarınki de… “Gerçek hayat hikâyeleri” olduğu özellikle vurgulanan, üstelik “bir psikiyartristin not defterinden” çıkma dizilerin bir anda ekranı kaplaması nasıl açıklanır?
Satış rekorları kıran Fi - Çi – Pi kitaplarını yazan kişinin hiçbir formasyonu olmamasına karşın kamuya ve okurlarına kendisini “psikolog” olarak sunmasına ne demeli? Bir psikolog yaratıyorsa, yazdıkları yüz binlerce insana ruh ve hayat kılavuzu oluyorsa, tutkuyla paylaşılıyor, okuyanlara şifa veriyorsa, psikolog kim oluyor onun yanında?
Sadece o değil, aynı kitaplardan uyarlanan internet dizisinde ünlü psikolog, hoca, TV sunucusunu canlandıran oyuncu da kendini role fazla kaptırmış görünüyor: Kadın arkadaşını dövüp sokağa atıyor gecenin bir saati.
Daha vahim ve tehlikeli haller de var.
On yılı aşkın profesyonel, uluslararası alanda üst düzey pazarlamacılık kariyerinin ardından “yönetici koçu”, “yaşam koçu” şapkalarını edinen bir kadın, Meleklerle Yaşamak kitapları kaleme alıyor, yine yüz binlerce okurun ruh kılavuzu, şifacısı oluyor. Koçluğunu konuşturuyor; terapi -belki tapınma, arınma- seansları düzenliyor. Ha keza, pazarlama uzmanlığına devam: Meleklerle Yaşamak kitabın ve seansın ötesine geçip aynı adla kartlar, ajandalar üretiliyor. Müritler, hayatlarının her anında meleklerle yaşıyor… Ve derken, o müritlerden biri şirazeden çıkıyor, inandığı, tapındığı şifacıyı öldürüyor!
2o16’da yaşanan bu vahim arızalara karşın, yalnızlık sektörü mesaiye, üretime devam ediyor. Kurgu gerçeğe dönüyor, gerçek hikâyeye… Hikâye ekrana taşınıyor dizi dizi. Terapi odası, başucunuzda, elinizin altında, önünüzde. Bedava. Yeter ki eğlenin, avunun, şifa bulun. Kırmızı Oda mı istersiniz, Masumiyet Apartmanı mı? Doğduğun ev -şimdi yaşadığın yer- kaderin değil mi zaten.
Yalnız Kalabalık ahalisiyiz sonuçta.
***
Güncel görünen hikâyemiz, hikâyelerimiz hiç de güncel değil. Neredeyse yüz yıllık ve hatta daha da eski. Bizim görünen hikâyeler de sadece bizim değil.
Amerikalı sosyolog Arnold Green 1946’da, “orta sınıfın gelişmemiş ergen oğlan” hali olarak niteliyordu bu durumu. Aynı yıl bir başka sosyolog C. Wright Mills, “bilmediği yere adım atmayan adam” diyordu, başkalarına göre kendini ayarlamadan nefes almayan endişeli ve yalnız modernler için. Psikanalist, sosyolog, düşünür Erich Fromm, onlarla eşzamanlı olarak kaleme almıştı Kendini Savunan İnsan’ı. Fromm da Green ve Mills gibi, aynı tipe odaklanıyor, genel ahali değerlerine göre hareket edenlere “pazarlamacı” diyordu…
Onanma, kendini pazarlama meselesini hayat memat meselesi edenlerin, gündelik temel gıdası yalnızlık sektöründe üretiliyordu. Theodor Adorno yine yukarıda anılan isimlerle yaklaşık aynı zamanda, 1947’de bu sektörün adını koyacaktır: Kültür Endüstrisi.
Ve nihayet 1950’de David Riesman, tüm bunlarla biçimlenen toplumsal yapıyı ve “karakter”i teşhis eder: Yalnız Kalabalık…
AMERİKA DEĞİL, İSTANBUL BURASI
Olay ikinci dünya savaşı sırasında Amerika’da geçiyordu, bize ancak geldi, derseniz şiddetle yanılırsınız. Tüm bu saydığım isimlerden önce “yalnız” adamın halini, yazgısını bizden birisi fark etti.
Tek insana, kalabalıklara bakarak da değil, şehre bakarak, zevkimizin ve dolayısıyla benliğimizin, karakterimizin “dışarıdan idare edildiği devirde yaşıyoruz” demişti Tanpınar.
Kültür endüstrisi kavramı ve olgusu henüz ortaya çıkmamıştı 1940’ların ilk yarısında. Modern toplumun ve dünyanın Yalnız Kalabalık üretim aygıtına dönüştüğü henüz formüle edilmemişti o vakitler. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kültür endüstrisi ve yalnız kalabalıklar ilişkisini daha 1945 öncesinde kurduğu anlaşılıyor. 1946’da yayımlanan Beş Şehir’de, “Sinemanın zevkimizi dışarıdan idare ettiği devirde yaşıyoruz” saptamasını yapar:
Karanlıkta toplanıyoruz. Honolulu’da, mehtaplı gecede güzel çamaşırcı kızına fevkalâde zeki, cüretli ve fedakâr demir kralının oğlunun söylediği gitaralı şarkıları, ertesi sabah Boğaz kıyılarında mağaza çıraklarının ıslığından dinleyeceğimiz gülünç ulumaları dinliyor, kadının tuvaletine, erkeğin perendelerine, hülâsa bir yığın ahmaklığa hayran oluyoruz.
Akıbet ve çare: Hakiki bir istihsal (üretim) düzenine geçene dek “yalnız eğlenmeye devam edeceğiz.”
Asli ayaklarından birini sinemanın oluşturduğu kültür endüstrisi, “ürün” kadar onun alıcıya sunumu, iletimi ve nihayet “tüketim”ini hedefler. Dolayısıyla kitle iletişim araçları olmadan kültür endüstrisi olmaz.
***
Riesman ilk evre toplum ve insan karakterini “gelenek yönelimli”, Rönesans sonrası Batı toplumu ve insanını “içsel yönelimli”, nihayet 20. yüzyıl sanayi toplumu karakterini “dışsal yönelimli” olarak niteleler. Düşünce, davranış, giyim kuşamdan yeme içmeye dek gündelik hayat kılavuzunu, kısaca kültürünü, kitle iletişim araçları üzerinden edinen bu “dış yönelimli” karakterler toplamıdır Yalnız Kalabalık.
SAMANYOLU
Riesman, Rönesans’la biçimlenen “içsel yönelimli” birey kimliğinin kitle iletişim araçlarının gelişimiyle, farklı bir toplumsallaşma yaşadığını kaydeder. Kitle iletişim araçları, alıcısına-izleyicisine başka insanları, toplumları, kültürleri taşır. Kendisininkini andıran aynı zamanda tamamen farklı dünyalar, hayatlar, kalabalık karşısında “birey”, kendini gördükleri-izledikleriyle tanımlayacaktır artık. Kimse “kendisi” olarak kalamaz. Herkes birer “enformasyon tüketicisidir”. David Riesman'ın deyişiyle “samanyolu”nu takip eder herkes kitle halinde. Aynı şarkı terennüm edilir koro halinde;
Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar
Yeryüzünde sizin kadar yalnızım
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım…
Kalabalıklar içerisinde yalnızdır herkes herkes gibi. Sektör, endüstri mesaiye devam eder.