‘Yan yana’ bitişik yazılan bir kelimedir, ‘hayaller’ ayrı…
“Yan yana” sözcüğünün içerdiği dilemmayı düşünüyorum da, Türkçede birleşik yazılmayıp da katıksız birlikteliği vurgulayan çok nadir ifade vardır böyle. Birbirleriyle yaşamları boyunca hiç karşılaşmamış olanların birbirlerinden habersiz aynı istikamette seyreden yolculukları gibi…
Hüseyin Köse
Kuralsız bir fiil gibi çekip duruyor bizi hayat. Kimimiz mastar kalıyor olup bitene, kimimiz “di”li geçmiş bir zamanda mahpus. Kimimiz müebbet hayalperest geç gelecek zamanlar kipinde, kimimiz dar ve rutubetli eşiklerde geniş ufuklu yolculuklar düşlüyor. Kimimiz şiir oluyor sevdiklerine, kimimiz kırık dökük bir cümle. Kimimizin doğusunda aralıksız bir kış hüküm sürüyor, kimimizin ışıklardan bir deniz dört bir yanı, yazdan sıcaktan. “Dışarısı” ve “içerisi” sonra, “güneş” ve “gölge”… Biri diğerinin ekmeğini çalıp duruyor durmadan. İyi de, “az söz insanın yükü” idi madem, öyleyse yürekteki bu ağırlık ne? Yürekteki ağırlıkla, geçip giden “günlerin köpüğü”ne bakıyorum uzaktan: Her yer öyle ıssız öyle hüzünlü ki, sanki uçurtmasız bir rüzgâr çizmişler göğe, şehrin sokaklarına hatırasız, ormansız ağaçlar dikmişler; her taraf park, bahçe, meydan ama gezinmelerin zevkini koymayı unutmuşlar içlerine. Tüm şehir, hayat, her şey semantiğin en tepetaklak hali. Ne köşedeki simitçi duruyor yerinde, ne sabahları elinde güğümüyle kapı kapı dolaşan sütçü ve diğerleri. Sanki yan yana gelmelerin, yüz yüze olmaların iyileştiren toprağı hastalanmış, anlamları çoktan tükenmiş gibi.
Biriyle yan yana olma ihtiyacının anlamı daha bir belirginleşiyor böyle zamanlarda. Levinas’tan beri bilmekteyiz ki, iletişim kurarken yüz yüze olmak bilhassa çok önemli; zira ötekinin sevincini ve mutluluğunu olduğu kadar, kaybının matemini de paylaşmayı öğrenip duygusunu deneyimlediğimiz, kısaca insanlığımızı tanıdığımız yer orası. Bulunuş metafiziğinin muhkem bir etiği inşa eden tepe noktası. Gelgelelim, ne dilediğine de dikkat etmeli insan. Nitekim sanal da olsa, bir süredir televizyon ekranlarında birbiriyle yan yana gelmez düşünceler ve onların mutantan temsilcileri üçer beşer arzıendam etmeye başladılar stüdyolara ağırdan. Uzun bir aradan sonra yeniden siyaset telaffuz edilmeye başlandı büyük bir hararetle, zihnimiz ateşli kelamların en hırçın ve kışkırtıcı görüntülerine nicedir hasretti, mükemmelen mest oldu kadrolu tv aydınları, fast-thinker uzmanlar, ideologlar sayesinde. Müteferrik bir haldeydik ya hani bir süredir, sonunda işte tekrar göz kulak mesafesine dek yakınlaştık. Hayat, en azından beyaz camın içinde ve karşısında normale döndü, şimdilik. Döndü dönmesine de, bu pandemi sürecinde yalnızlığın ve yan yana olmanın farklı açılımlarına yönelik tasavvurların çekim alanına yenik düşüp, o rotaya meyletmeden de duramıyorum yine.
“Yan yana”… Sözcüğün içerdiği dilemmayı düşünüyorum da, Türkçede birleşik yazılmayıp da katıksız birlikteliği vurgulayan çok nadir ifade vardır böyle. Birbirleriyle yaşamları boyunca hiç karşılaşmamış olanların birbirlerinden habersiz aynı istikamette seyreden yolculukları gibi. Ya da belki hep diz dize, göz göze, yanak yanağa olan insanların her an malik oldukları mutluluğun tekinsizliğiyle birbirlerinden uzağa savrulacakları hissini veren uğursuz bir titreşim gizli bu terso sözcükte. Bir de nedense bu sözcüğün zihnimde çaktırdığı şimşekleri düşündüğümde, Tornatore’nin destansı filmi Malena (2000) geliyor aklıma hep. Biliyorsunuz, aşkı şehvetin masumiyetine bitiştiren bir senfonidir Malena; üstelik örselenmiş bir çiçeğe benzeyen kadının masumiyetini onarıp büyüten, çocuktur filmde. Arzu nesnesi kadınla –ki bir ilaheyi andıran cazibesi ve sıra dışı aurasıyla Monica Bellucci vardır başrolde-, buluğun eşiğindedir çocuk. Renato’dur adı, on-on iki yaşlarında bir yeniyetme, üstelik pek şehvetli bir haylaz, sık sık kadını dikizlediği ağacın dallarından aşağıya düşecek kadar da hayli sersem bir âşık. Kasıklarında ergenlik şimşeklerinin çaktığı ince yalımla, güzeller güzeli Malena’nın bedbaht hikâyesine tanık tutar bizleri Renato, aslında bir nevi kendi büyüme hikâyesine. Zira filmde tüm olaylar onun gözünden aktarılır. Kadının yanındadır hep, o bunu hiç bilmese de. Hikâye boyunca yalnızca bir kez -o da filmin final sahnesinde- göz göze gelirler; Malena, bir kolunda çantası diğerinde alışveriş filesi, sahilde arzıendam ederek yürümektedir. Bu son derece patetik sahnede, Renato’nun parmakları ilk kez Malena’nınkine dokunur hafifçe, yırtılan alışveriş filesinden ansızın yere yuvarlanan portakalları toplamasına yardım etmeye çalışırken. Yan yana olmanın en şiirsel açılı çekimiyle kapanır perde; seyircinin gözünün konforuna yapılan zarif, katartik bir yatırımla.
YAN YANA OLMAK, AYRI OLMAKTIR
Yönetmen Roy Andersson’un About Endlessness (Sonsuzluk Üzerine, 2019) adlı filmi de benzer bir temassızlığı işler, birlikteliğin içinde genişleyen o tekinsiz çukuru... Herkes görünürde yan yanadır ama adeta sürekli genişleyen gizemli bir oyuğa dolar. Birbirinde kaybolur, birbirine temas etmeden. Filmin bir sahnesinde şarküteri reyonu önünde orta yaşlı bir çift kavga ederler, adam kadına peş peşe mekanik bir ritimde tokat atar; diğerleri sadece seyrederler, kıllarını bile kıpırdatmadan. (“İnsanlar nedenler işitmekten çok gösteri seyretmekten hoşlanır” diyen Nietzsche’nin kulaklarını çınlatacak desibelde bir sahne.) Sonra kalabalıktan biri adamı kollarından kavramaya çalıştığında, bu kez dayak yiyen kadının hışmına uğrar. Kadın, çoktan kocasının fiziksel şiddetine bitişik, onunla “yan yana”dır. Arabulucu duyarlıklı adamı kavga eden çiftten ayıran bariyer tekrar araya konur. Burada ayrışma, birliktelikten doğar. Yan yana olmak ayrı olmaktır aslında. Başka bir deyişle, fiziksel yakınlık, ruhsal ve mental mesafeyi kapatmaya yetmez. Her gün karşılaşan insanların arasında hüküm süren hissiyat eksikliğinden malul bulanıklık, olsa olsa diyagonal bir hareket alanı yaratır, bir kesişme değil. Haliyle, söz konusu sahnede farkındalığın müspet müdahalesi de şiddeti bertaraf etmeye yetmez. Dolayısıyla, kendi içinde aynı zamanda ayrılığın arkaik boşluğunu da barındırmayan hiçbir şey modern addedilemez bu sebepten. Şayet modernse, o vakit aradaki mesafe daha da artacağından, tamlık hissi de yoktur. Andersson’un filmi, bu anlamda bütün hayatı tüm akışkanlığı içinde adeta bilinçte bir pıhtı gibi sunar. Yan yana olmanın ihtiva ettiği yol kazaları nedeniyle birbirinden ayrı düşmüş insanlardır karakterleri de. Deyim yerindeyse, bitimsiz bir aritmiye dolanmış kalplere çarparak ilerleyen bir saatin içine hapsolmuş gibidir bütün manzara. Dünyanın üzerine atılmış devasa bir ağ ile her tür vital belirti de sonlanmış gibidir. Gelinen noktada, gerçekten yaşamak veya yaşadıklarını mahsusen duyumsamak isteyen, ya hatırlamanın ve belleğin acemisi ya da sanrıların oyuncağı olmayı göze almak zorundadır. Modern sonrası çağda “yan yana” yaşamanın kaçınılmaz bedeli budur zira, gölgelerden cisimleri çıkarıldığında.
“Karşılaşma yetilerinin körelişinden” söz etmişti Debord 50’li yılların başında, “herkesin birbiri içinden geçip gittiğinden” yakınan Kafka’yı yankılarcasına. Anderssson’un verdiği mesaj gayet açıktır; bu aşırı gerçeklikler, içtenliksiz mukabeleler ve körelişler çağında hatırlanabilen tek şey yalnızca sanrılardır. Sanrısı olmayanın gerçekliği de yoktur başka bir deyişle. Pencereden bakınca ferahlatan manzara, içeride bedbinliğin en koyu biçimini alıyorsa, yahut tüm renkler siyaha döküyorsa içini, kutupsuz duyguların evhamlı gölgelerle karartılmış evreni nasıl aydınlanacaktır? Soru bu, yanıtı da kendi içinde. Bu sebepten, filmde yakınına sokuldukça herkes birbirinin suretinde çarpılmış iç bükey bir aynayı andırır adeta, bu nedenle ilişkisel olarak anlamlı hiçbir karşılaşma da olmaz. Uzak ve geniş açılı çekimlerde yalnızca yüzlerin mimiksiz ve ifadesiz görüntüsü verilir. Tüm karakterler yan yana yahut karşı karşıya, ama yine de ifadesizdir. Özneleşme sürecinden dışlanmış, özgün bir benliği çağrıştıran seslerin algısından kovulmuş gibidir hepsi de. Yetmiş üç dakika boyunca seyirciye eşlik eden filmin kadın dış sesi de bu gerçeği doğrular gibidir nitekim: Sakin, ölgün, hülyalı, durağan bir sestir bu, sanki efsunlanmış veya kendi sesinin aldırmazlığıyla hipnotize edilmiş gibi. Şöyle der: Bir adam gördüm: Yanlış yollara, düşüncelere saptırılmıştı çiçeği tarafından. Bir kadın gördüm: Zihninde boyuna ummadığı karşılaşmalar kurup durmaktan kendini bekleyen hiç kimse olmadığına inandırmıştı. Yaşlı bir adam gördüm: Bir türlü evinde üzgün olamadığından hüznünü şehir içi otobüslerde gezdirmeye çıkmıştı. İmanını kaybetmiş bir papaz gördüm: “İnancımızı kaybettiğimizde ne yaparız?” diye soran, vs. İşe yarar bir ilişki etiği inşa etmenin başarısızlığını itiraf eden “yan yana” gelemeyişlerin içeriden atılmış çığlıklarıdır tüm bunlar.
Oysa mesafenin iktidarı da karşılıklı olarak yıkılır, insanlar birbirine sokulduğunda. Sözle ya da yazıyla ya da fiziksel olarak, hiç fark etmez. Bu karşılıklı arızi çekime iletişimde, “in tune” olma hali denir; herkes birbirinin ağzını arar, gözünün içine bakar, aynı dili konuşur, ters açılı bir çekimle kendi hakikatinden de uzaklaşır bir süre. Deyim yerindeyse, sorumlu yakınlığın bedelini hakikat kaybıyla öder. Hayırlara vesile bir durumdur bu, zira beklenmedik incelikler bir tür hafıza kaybıyla hayat denilen sistemi yeniden başlatır hep. Ne ki, kişi kendisi gibi olanı ancak başka hayatların gecesinde affeder. Sık sık başka gecelere göç eder durur bu yüzden. Gerçekteyse olup biten her şey, renklilerle beyazları ayıran kadim ev işi bilgisinden kalma kesin bir inançla hatırlanır. Çünkü beklenen hafıza kaybı kısa sürer. Hatırlamak, bastırılmışın acısını diriltmeye hizmet ettiği her seferinde, travmatik bilincin tarihselliğine kayıtlıdır; hatırlamaktan doğar kimi cürümler, kimi hasımlıklar, yan yana gelemeyişler… Andersson’un filminde kendi çarmıhını taşıyan adama yönelik tahkir edici şiddet, marazi olana doğru uyanmış hafızaya örnektir; adam, etrafını sarmış eli sopalı güruh karşısında adeta çarmıhından medet umacak hale gelmiştir, onu arkasında sürüklemez artık adeta ona sarılır, ona sımsıkı tutunur, sağlam bir dala tutunur gibi. Bir yönüyle de hafızasız bir kalabalıktır bu, çünkü kendi habis müritlerinden biri tarafından tezgâhlanmış alçakça bir komploya kurban edilmiş Mesih’in, öğretisi en yakınındakiler tarafından bile idrak edilememiş öyküsünü gülünçleştirerek sahneye koyar, hem mesih hem de temsil ettiği inancın değerini unuttuğu için… Roberto Benigni’nin çarpıcı filmi La Vita E Bella’da da (Hayat Güzeldir, 1998), böyle ölümcül bir unutkanlığa tanık olunur. Naziler’in vahşi savaş tamtamları çalıp da daha esir kampları mahkûmlarla dolup taşmadan önce, iki sıkı dost olan biri Yahudi komedyen, diğeri doktor olan bir Alman’ın savaşın en şedit zamanında bir sabah toplama kampındaki karşılaşmaları, “göz göze gelmeyle” vuku bulan bir yıkıma perçinlenir. Yahudi esir, eski dostluklarından medet umarak Nazi doktorunun gözlerinin içine bakar büyük bir umutla; ne ki, bu ancak binde bir ele geçebilecek altın değerindeki fırsatta, kayıtsızlıktan adeta buzdan bir abideyi andıran doktorun yaptığı tek şey, zavallı adamın kulaklarına doğru eğilip ona bir önceki bilmecenin yanıtını fısıldamak olur. Bir an gerçekten de yan yanadırlar, hatta yanak yanağa ama hissiyat bakımından birbirlerinden öylesine uzaktadırlar ki, uçsuz bucaksız sıradağlar girmiştir sanki araya.
Yan yana olmanın ilmini kavramak zordur gerçekten. Kâh uzağı yakına eşler; kâh medeni bir ilgisizliğin nezih sularına demirlemiş ilişkilerin temkinli alanında ırgalanır. Andersson’un filminde de durum böyledir; uzak ve yakın kavramları sürekli iç içe geçip birbirine bitişir, birbirini öteler. En uzak gibi duran ihtimal en yakındır; en yakın gibi duransa en uzak. Tabiatıyla insanlığın tahammül ve hoşgörü sınırları da bu uzaklık-yakınlık gelgitine göre değişir. Aynı şekilde asli vazifesi insanları dine davet etmek olan papaz imansızdır bu sebepten, bahçedeki bir banka oturmuş şehrin manzarasını seyreden çiftin sırtları –her ne kadar aynı istikamete doğru bakıyor olsalar da- birbirine dönük… Filmin başında, metro merdivenlerinden çıkıp “eşine güzel bir akşam yemeğiyle sürpriz yapmayı düşünen adam” bir anda arkasında beliriveren sınıf arkadaşına “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda, aslında beyhude biçimde seslendiği kendi yalnızlığıdır. Lokantadaki yaşlı garson, işine öylesine dikkatle odaklanmıştır ki, sonunda tüm şişeyi bir tek kadehe sığdırmaya çalışarak masayı adeta kızıl bir göle çevirir. Çünkü bir şeye lüzumundan fazla odaklanmak, kim ne derse desin, ölümcül dalgınlıkların en yeğinini üretir. Göz önünde olanı görmek zordur bu yüzden. “Yan yana” olmaksa, neredeyse gözden yitmektir…