Ayşe öğretmen Beyaz Show’a bağlandığı canlı yayında “Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda ne olduğunun farkında mısınız? Burada doğmamış çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak bir şekilde siz de yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz…. Ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben bu insanlara bir şey söyleyemiyorum, yazıklar olsun demekten başka… Burada yaşananları ekranlarda, medyada herkes çok farklı aktarıyor, sessiz kalmayın, insan olarak daha fazla hassasiyetle yaklaşın, insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın… Bomba seslerinden, kurşun seslerinden, insanlar susuzlukla, açlıkla mücadele ediyor, bebekler, çocuklar… lütfen siz de sessiz kalmayın” demişti. Beyazıt Öztürk, Ayşe öğretmeni alkışladıktan sonra “bütün o söylediğiniz barış dilekleri bizim için de geçerli, elinize yüreğinize sağlık” diyordu. 7 Haziran seçimlerinde AKP değil anayasayı değiştirmek için ihtiyaç duyduğu 400 milletvekili, tek başına iktidar bile olamayınca, çareyi milliyetçi-muhafazakâr ittifakı yeni bir boyuta taşıyarak MHP ile anlaşmakta bulmuş, çözüm süreci sonlanmıştı. Suruç Katliamı, 10 Ekim Katliamı, ardı ardına gelen şehit haberleri ve bugün hala neden yetkililerin o aşamaya gelene kadar müdahale etmediğini anlamakta zorlandığımız “hendek operasyonları”... Ağır silahlarla yürütülen operasyonlar şehir merkezlerine taşınmış, ana akım medya tek ses olmuş operasyonların haklılığını duyururken, evlerinden günlerce çıkamayan, açlığa, susuzluğa mahkum edilen, çatışma arasında kalıp öldürülen sivillerle ilgili haberler sosyal medyadan ve alternatif basından duyuluyordu. Ayşe öğretmen, herkesin bir şekilde bildiği ama kimsenin alenen dillendirmediği gerçeği televizyonda, canlı yayında, üstelik de çok izlenen bir şov programında duyurduğu için 15 ay ceza aldı. Bebeğiyle birlikte hapse girdi ve Anayasa Mahkemesi, gecikmiş bir kararla Ayşe öğretmenin sözlerinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetti.
Ayşe öğretmenden birkaç gün sonra, bildiğiniz üzere, Barış için Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirisi yayınlandı. Bu sefer konuşan Diyarbakırlı genç bir öğretmen değil, asistanından profesörüne, Türkiye’nin batısından, doğusuna, birçok farklı alandan, benim de aralarında bulunduğum 1128 akademisyendi. Adeta Ayşe öğretmenin sesine ses veriyor, devleti, vatandaşlarının “yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hak ve özgürlükler”ine saygı duymaya çağırıyor ve “kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını talep ediyor”du. Bildirinin içeriği, aslında herkesin bildiğini bir kez daha ve kimileri tarafından sert olmakla suçlanan bir üslupla söylemekten öteye geçmiyordu. Pekçoğu daha önce onlarca metne imza atmış ve Türkiye gibi bir ülkede bu tür imza kampanyalarının kamuoyunun dikkatini bir meseleye çekme ve karar alıcıları harekete geçirme konusunda pek de etkisi olmayacağını bilen akademisyenlerin bu bildirisi, başka bir zaman olsa dar bir çevrede okunacak ve belki birkaç cılız sesin daha duyulmasından öteye geçmeyecekti. Oysa, kendi makbul kültürel iktidarını her gün aynı manşetlerle çıkan tek sesli bir medya ve eleştirel bilgi, sorgulama ve hakikat arayışı yerine yalnızca devlete değil, aynı zamanda devletle kendini özdeşleştiren lidere ve partiye de sorgulanmaz bir sadakatle bağlı bir akademi üzerinden kurabileceğini düşünen iktidar bloğu bakımından, akademiyi yeniden yapılandırmak ve muhalif sesleri susturmak için iyi bir zamanlama olarak görülmüştü. Sonrası malum. Bildiriye imza atan akademisyenler olarak önce en üst makamlarca, ardından mafya örgütü liderleri, yandaş medya ve hatta kendi meslektaşları tarafından hedef gösterildik. Tepki olarak bir o kadar daha akademisyen bildiriye imza attı. Toplam imza sayısı 2212’ye ulaştı. İktidarın karşı hamlesi çok daha sertti. Üniversitelerde soruşturmalar açıldı. OHAL KHK’larıyla akademisyenler ihraç edildiler, işten çıkarıldılar, emekliliğe zorlandılar, sözleşmeleri yenilenmedi, yargılandılar ve cezaevine girdiler. Pek çoğu alanında önemli çalışmalara imza atmış, çalışmak, üretmek, sorgulamak ve öğrencilerine daha iyi bir eğitim, gelecek nesillere daha demokratik, daha adil bir dünya hazırlamaktan başka bir beklentisi olmayan akademisyenlerin hayatları bir anda alt üst oldu. Bu büyük haksızlık, gencecik bir akademisyen olan Mehmet Fatih Traş’ın hayatına mal oldu. Bütün bunlar yaşanırken, hem barış akademisyenleri, hem de taleplerinin haklılığı tüm dünyada tanındı. İki buçuk yıl sonra, Anayasa Mahkemesi nihayet bu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetti. Hani şu kendisine gazeteci, köşe yazarı, hukukçu, akademisyen ya da analist diyerek yıllardır ekranları işgal edenlerin “skandal karar” olarak açıkladıkları, “bundan sonra üniversitelerde her türlü terör propagandasının yolu açılmış oldu” manşetleri atan yandaş paçavraların sözüm ona hayretle karşıladıkları kararla.
Belli ki, bu karar karşısında bildirinin ilk yayınlandığı zamanki reflekslerini sürdürüp ağız birliğiyle akıl almaz iftiralarını bir kez daha dolaşıma sokanlar, nemalandıkları düzenin değişeceğinden, işlerin artık onlar için eskisi gibi gitmeyeceğinden endişe duyuyorlar. Haklılar da. Her şeyden önce, artık işlevlerini tamamladıklarını, iktidarın onlara ihtiyacının kalmadığını, hatta bu halleriyle zarar verdiklerini görmemek için direniyorlar. Çatışma, hedef gösterme, hamaset ve kutuplaşmadan beslenerek bugünlere geldiler, palazlandılar. Gerçek gazeteciler işten çıkarılıp gazetecilik yapılamaz hale getirildiği için, akademisyenler üniversitelerden atılıp normal şartlarda ulaşamayacakları kadrolar önlerine serildiği için, işlerini hakkıyla yapanların yerine, sadece iktidar sözcülüğü ve kara propaganda yaparak geçebildikleri için… Ancak artık kendi cenahlarında bile bir inandırıcılıkları kalmadı. Son bir çabayla, eski güzel günlerinin hatırasıyla, aynı çukurun içinde debelenip duruyorlar. Oysa nafile bir çaba içerisindeler. Savaş, çatışma ve şiddet bir istisnadır. Olağan olan “barış”tır. Eninde sonunda gelecek olan…