'Yanlışlıkla' Abramoviç öğrencisi Chiharu Shiota nihayet İstanbul’da
Küratörlüğünü Öykü Özsoy Sağnak’ın üstlendiği Dünyalar Arasında isimli Chiharu Shiota enstalasyonu, Türkiye ile Japonya’nın 100. işbirliği yıldönümü vesilesiyle, Japan Foundation destekleri ile gelecek bahara kadar 20. yılını kutlayan modern müzemizde kaçırılmaması gereken bir iş olarak izleyicisini bekliyor.
Karaköy ve antrepoların uğradığı değişim konusunda pek çok İstanbulludan, pek çok meslektaşımdan veya pek çok aydından farklı ve olumlu düşünüyorum.
Meclis-i Mebusan caddesinden İstanbul Modern’e doğru yürüdüğüm bu yeni meydanı seviyorum. İstanbul’a 25 yıl önce taşındığım günlerden çok kısa bir süre öncesine dek önünde bariyerler olan bu parkın, şimdi tarihle ve sanatla dolu bir meydana dönüşmüş olmasını, ferahlamasını beğeniyorum. Tarihi saat kulesinin dibinin gömük bir biçimde İstanbul Modern’in kurtarılmış çim bahçesindeki halini hatırlıyorum veya antrepolardaki sergiler vesilesiyle her defasında kendimizi bir şantiye ortamında sıralara, kuyruklara girmiş biçimde buluşumuzu hatırlıyorum. O bariyerlerin ardında bir vaha bulma sevinciydi o zamanlarda da İstanbul Modern’e kavuşmak.
Nostalji meraklısı olmayan bir kentli, kentçi olarak, yeni yapılan düzenlemelerle sahil boyunda yürümeyi, oradaki mekanlarda vakit geçirmeyi, dev cruise gemileriyle ve onların yolcuları ile karşılaşmayı, sahil boyunca tarihi yarımadaya bakmayı, Haydarpaşa’yı gözlerimi kısarak görmeyi, uzaktan bize göz kırpan çağımızın en önemli kadın mimarlarından Melike Altınışık’ın hediyesi TV Kulesi ile göz göze gelmeyi, bu kıyılarda yakınlaşıp yavaşlayarak geçen akşam teknelerini, kısacası kentin bu bölgesinin uğradığı değişimi seviyorum. Buna, bazen haklı bazen de taraflı sebeplerle sevmeyenler kadar hakkım olduğunu düşünüyorum.
Kent, özellikle İstanbul gibi önemli bir liman kenti, değişen gelişen bir organizma. Bu devinim, dönüşüm her defasında başımı döndürüyor ve bildiğim alanları yeniden yeni yüzleri ile tanımayı, yeniden keşfetmeyi seviyorum. Bu alanların itinalı yapılaşmasını ve daha aydınlık hali ile geceleri de dolaşabileceğimiz alanlar haline gelişini bir tür medenileşme olarak görüyorum.
Pek çok mimar dostumdan yeni İstanbul Modern binası ve onun mimarisinin niteliği konusunda da, doğal bir biçimde, görüş olarak ayrılıyorum. Renzo Piano imzası taşıyan bu yapı İstanbul’a kazandırıldığı için her defasında mutlu hissediyorum. Deneyimli gözlerin, yalın çizgisinin altında ne tür zorluklar barındıran bir yapı olduğunu, cephesinde, metal strüktüründe, uçuyormuş hissi veren kütlesinde, tümü ile transparan yapıdaki giriş katında rahatça algılayabildiği bu yapı da ülkemizdeki her yeni girişim gibi olumsuz, kimi zaman değerli kimi zaman ise karalamaya yönelik eleştirilerden nasibini aldı. Diğer yandan RPBW tarafından gerçekleştirilen bu yapı uluslararası arenada hak ettiği değeri görmeye devam ediyor. Bu mimari tasarım önce Architectural Digest’in “2024’ün Harika Eserleri” arasında gösterildi. National Geographic dergisinin “Dünyanın En İyileri” sıralamasında yer aldı. Son olarak dünyanın önde gelen mimarlık platformlarından ArchDaily’nin 15 yıldır düzenlediği “Yılın Binası” (Building of the Year) ödüllerinde kültürel mimari kategorisinde kazanan yapı oldu.
2009’dan bu yana bu özel ödülü alan binalar arasında, Álvaro Siza ve Carlos Castanheira tarafından tasarlanan Çin’deki MoAE – Sanat Eğitimi Müzesi; Studio KO tarafından tasarlanan Fas Yves Saint Laurent Müzesi, Heatherwick Studio tarafından tasarlanan Cape Town Zeitz Afrika Çağdaş Sanat Müzesi, Herzog & de Meuron tarafından tasarlanan Hamburg Elbphilharmonie, gibi eşsiz kültür yapıları yer alıyor.
Gelen basın toplantısı daveti için müzeye adım attığım anda sayısız kez girdiğim mekanın hissi ile yeniden büyüleniyor ve tasarımın ne zor bir iş olduğunu düşünüyorum. Benim tüylerimi diken diken eden bu yapı, kimileri için nasıl da beğenilmeyen, zor, anlamsız bir yapı olarak algılanabiliyor? Beğeninin bu göreceliliği karşısında bir tasarımcı olarak bir kez daha hüzne boğuluyorum.
Takdirin ancak bilgiden, deneyimden ve empatiden gelebileceğini bir kez daha anımsıyorum.
İstanbul’da pek çok çağdaş sanat mekanı var; sanat adına ülkenin en şanslı ve dinamik bölgesi pek çok diğer alanda olduğu gibi İstanbul. Ancak bu mekanlar artık Bursa’daki İmalathane veya Eskişehir’de OMM örneğinde olduğu gibi diğer illerde de sanat gündemini sıcak tutan ve sunan yapılara kavuştu ve çok kısa bir süre önce gelişmeye başladı. İstanbul’un özelliği, Türkiye’nin dışarıya açılan kapısı olması. Buradaki her gelişim sadece Türkiye’yi etkilemekle kalmıyor, dünyaya da farklı alanlardaki yüzümüzü gösterme görevini üstleniyor. Bir bakıma İstanbul’daki her girişim, her gelişme aslında dünya arenası ile boy ölçüşüyor. Bunun sorumluluğu da güçlükleri de başka.
Britannica’ya göre modern sanat müzesi, 19. yüzyıl sonu ile 20. ve 21. yüzyıla ait “avangart” veya “ilerici” sanat eserlerinin toplanması, sergilenmesi, yorumlanması ve korunmasına adanmış bir kurumdur. Sanat alanında farklı üretimler ve akımlar ortaya çıktıkça, bunlara yer açmak isteyen yapılar da “modern” tanımlaması ile ortaya çıkmışlar. Almanya’da müze direktörü olan Alexander Dorner ve Amerikalı Alfred H. Barr Jr, bir araya gelip, Mondrian ve Malevich gibi çağdaşlarını sergilemek üzere bir girişim sonucu, bir grup bağışçının destekleri ile 1929 yılında New York’ta MoMa’yı kuruyorlar; müzenin direktörü Barr oluyor. Bu girişim aynı zamanda “aydınlanma” çağının üretimlerinin yanısıra tartışmalarına da bir platform oluşturuyor. Müzenin işlevi bir bakıma dönüşüyor; yüksek estetik ve güzellik değerlerinin aşılandığı ve eserlerinin korunduğu muhafazakar bir yapı olmaktan çıkıp, yeni arayışların buluştuğu, sunulduğu ve tartışıldığı bir eğitim mekanı haline geliyor.
İstanbul Modern’in de işlevi yukarıda sıralananlardan farklı değil. Oluşturduğu çocuk programları, kapı açtığı fotoğraf, sinema gibi alanlardaki sunumları ile son 20 yıldır yaşamımızda her gün “iyi ki var” diyeceğimiz, dünyanın gözü üstünde olan bir mabed bana göre bu müze. Bu nedenle sunduğu her şeyi açıldığı günden bu yana izlemek öncelik verdiğim bir şey pek çok İstanbullu gibi.
Uzun bir süre yapımı devam eden bu bol ödüllü yeni yapı içerisinde son aylarda açılan sergiler bir kutlama gibi. Çok kısa bir süre önce Türkiye’de ilk kez merhaba dediğimiz Olafur Eliasson’un ardından bu kez nihayet Türkiye’ye yine İstanbul Modern sayesinde gelen Japon sanatçı Chiharu Shiota ile buluştuk.
Shiota Osaka’da doğmuş ve pek çok sanatçı gibi ailesinin direnci ile karşılaşmış. Gerek ailesinde gerekse yaşadığı atmosferde sanat adına ilerleyemeyeceğini anlayınca Avustralya ve ardından Almanya’da sanat eğitimine devam etmek üzere ülkesinden ayrılmış. Sanatçının belki de kendi adına aldığı en önemli kararlardan biri yaşadığı coğrafyayı geride bırakmak olmuş. Berlin’e geldiğinde oradaki kültür farkını, tarihin dayattığı ayrılık, kopukluk, acı, göç gibi insanlık durumlarını ilk elden öğrenme, yaşama şansını bulmuş. Sanatı enstalasyon alanına yönelirken ilk işi, 1994 yılında sunduğu Becoming Painting ile tüm vücudunu saran beyaz bir çarşafı ve bedenini kırmızı bir boyaya batırıyor. Bu zehirli boyaya bürünme fikri ona bir rüyasında görünüyor. Kendini eğitimini aldığı yağlıboya tablolardan birinde sıkışmış olarak gördüğü bu rüyasının ardından hayata geçirdiği bu performans ile özgürleştiğini ifade ediyor. Bu süreç fotoğraf ve video ile belgeleniyor ve böylece henüz eğitimi sürerken dikkat çekmeye başlayan sanatçıların arasına katılıyor.
Sanatçının ismini bunca bilinir kılan ise bu haftadan itibaren Nisan ayına dek İstanbul Modern’de izlenebilecek olan ağlar. İlk kez Japon kültüründe ölümü ve boşluğu simgeleyen beyaz ip ile başladığı bu mekânsal ağ örüntüleri, onun yaşamını simgeliyor. Koreli eşinden Almanyalı bir çocuğu bulunan Japon sanatçı dünyadaki duyguların coğrafya gözetmeksizin birbirine bağlı olduğunu bu ağ enstalasyonları ile anlatmaya çalışıyor. Aynı zamanda mekânsal bir deneyim yaratan bu enstalasyonlar dünyanın pek çok ülkesinde galerilerde ve etkinliklerde sergilendi.
İnsanları, duyguları, iç ve dış dünyamızı birbirine bağlayan bu ipler, mekanı sararak var olurken içinde gezinen izleyicide neredeyse kutsallığı anımsatacak kadar güçlü bir etki de yaratıyor.
Shiota eserlerinde sıkça kullandığı kırmızıyı net bir biçimde insan kanını simgelemek üzere tercih ediyor. Kanın insanları birbirine bağlayan unsur olması burada değinmek istediği. Bu ağların arasında farklı kültürlerin buluşmasını simgeleyen bavullar, insanların hatıralarını simgeleyen anahtarlar, tarihe gönderme yapan ayakkabılar veya bir rüyadan esinlenen kağıt kayıklar yer alabiliyor. Ağların arasında dizili hasta yatakları veya yine bu ağlara asılmış ve Tanrı’ya yada aile fertlerine yazılmış mektuplar sanatçının eserlerinde karşılaşabileceğimiz günlük nesnelerden bazıları. Hepsinde büyük bir duygu yüklenimi söz konusu. Sanatçı 24 saat beyninin bunları kurguladığını, hatıraları ve yaşam deneyimleri ile oluşan eserlerini defterlerine günlük tutar gibi çizip durduğunu belirtiyor.
Shiota, Almanya’daki eğitimi sırasında aslında Magdalena Abakonwicz’den ders almak istemiş ancak arkadaşı ismi yanlış yazınca Marina Abramovic’in dersine kayıt olmuş. Zorlu bir ders olsa da bu sınıfı bırakmak istememiş. Burada aldığı eğitimin de yaşamındaki dönüm noktalarından biri olduğuna inanıyor. İçini bu biçimde izleyiciye açan eserler ortaya koymak oldukça zordur ancak tam da bu tür sanatçıların ve işlerin etkisinde en çok kalırız. Sanatçı, varlığın içindeki boşluğun sanatını yaptığını belirtiyor ve sanatını icra etmek için korkularının, kaygılarının elzem olduğunu belirtiyor.
Küratörlüğünü Öykü Özsoy Sağnak’ın üstlendiği Dünyalar Arasında isimli Chiharu Shiota enstalasyonu, Türkiye ile Japonya’nın 100. işbirliği yıldönümü vesilesiyle, Japan Foundation destekleri ile gelecek bahara kadar 20. yılını kutlayan modern müzemizde kaçırılmaması gereken bir iş olarak izleyicisini bekliyor.