Yapay zekâdan neden korkarız?
Ayşe Acar'ın yeni kitabı Yüzyıl - Bay Binet Siyah Kitap etiketiyle okuyucu ile buluştu. Yazar problemin temelini çok iyi bildiği için bölgeler yaratmış; her bölgenin kendisine özgü soruları ve sorunları var. Bu bağlamda üç bölgeyi, bir insanın yaşamında içinden geçtiği olay, olgu ve duyguların yer aldığı tek bir bilinç olarak düşünebiliriz. Akıl ve kalp bölünmüşlüğünün, bilinçsizce yapılan tekrarların bilinçli bir tutumla yapılarak, yeniden birlik haline getirildiği, bunun umut edildiği yaşam olarak adlandırılan süre.
Gülgün Türkoğlu
Politik olarak, giderek kendi içine kapanan; neredeyse tamamı, yeniye ve yeniliğe uyum sağlamakta zorlanan bir dine ait; haftalık gündemi, bir Kuzey Avrupa ülkesinin bir yıllık gündemine yetecek denli yoğun bir ülkenin vatandaşları olarak, ve haklı olarak dünya gündemini izlemekte zorlanıyoruz. Bunlara ilâve olarak, yapay zekâ ve Robot Teknolojileri (RT) konuları, ürünlerini sorgusuzca tüketebilme hakkımızdan olsa gerek, takip edilecekler listemizin belki de en son sıralarında yer alıyor. Kitap okuma oranlarının düşüklüğü de hesaba katılırsa, Bay Binet’in yazarı Ayşe Acar’ı cesaretinden dolayı önce takdir sonra tebrik etmeli.
Bay Binet üçleme olarak düşünülen bir roman serisinin ilki. Bildiğim kadarıyla, yapay zekâ konusunda ülkemizde yazılmış olan ilk roman; akıcı dili sayesinde kolaylıkla okunabilen, bölgeler arasında gidip gelişlerin ustaca kurgulandığı bir anlatım. Üstelik, alışılagelmiş bilim kurgu romanlarının aksine, distopik bir roman değil; en azından şimdilik. Yazarın birinci ve üçüncü bölgeler arasında giderek artan duygusal gerilimi ön plana çıkardığı anlaşıldığında, takip eden romanlarda, insan olma sorunsalını Yapay zekâ bağlamında, ön plana çıkaracağı beklentisi artıyor. Sorunsal diyorum, çünkü Minsky’nin basit sorusu henüz yanıtlanabilmiş değil, tekrarlamakta fayda var: “Nasıl oluyor da zeki olmayan parçalar, mekanik şeyler yanyana getirildiklerinde zeki bir şey ortaya çıkıyor?” Yanıtlanamamış olması normal, eğer yanıtlanabilmiş olsaydı, insan olmanın ne anlama geldiği ile ilgili binlerce yıllık problem de çözülmüş olurdu zîra.
YAPAY ZEKÂ DÖNÜŞÜ OLMAYAN BİR ŞEKİLDE HAYATLARIMIZDA
Konuyu felsefi olarak ele alıp (bu alandaki asıl eksiklik budur), yazıyı bu yönde derinleştirmeyi çok arzu ederdim, lâkin bana ayrılan yerin darlığı buna olanak vermiyor. Aynı nedenden dolayı yapay zekâ ve robot teknolojileri alanında gelinen noktayı, meraklıları zaten yakından takip ettiği için ayrıntılarıyla ele almayacağım. Gelişmeleri özetlersek:
Birçoğumuz farkında değiliz ama yapay zekâ artık geri dönüşü olmayan bir şekilde yaşamımıza girmiş durumda. Örneğin: Instagram, Facebook vb. sosyal medya ortamlarında YZ kullanımına son verilmesi sistemin tamamen kullanılamaz hale gelmesine neden olacak denli yoğun. IBM, Watson IoT’nin (Internet of Things), 2020 itibarı ile, otuz milyar cihazın bağlı olduğu ve 7.1 trilyon USD değerinde üretim hacmine sahip bir bilişim sistemi olacağını açıkladı. Savunma, Tıp, Bilişim, İletişim, Eğlence, Ulaşım hemen akla gelen diğer alanlar. Dördüncü Sanayi Devrimi 2016 yılında Davos Zirvesi’nin konusu oldu. Bu alanlarda faaliyet gösteren şirketler, artık kendi isimleri ile değil kullandıkları yapay zekânın ismi ile bu pazardan pay alıyorlar: Uber, Airbnb, Argo, Api, Watson IoT bunlardan bazıları.
Halihazırda, insan derisinden daha hassas deri geliştirildi (slikon+grafen); kendi varlığının farkında olan robot yapıldı; sinaptik konsolidasyon yöntemi ile yapay zekânın öğrendiği bilgiyi hatırlaması sağlandı.
Telefonda ses, televizyonda görüntü aktarımının başarılmasından sonra, sıra 3D formun aktarımında. Programlanabilen madde, catoms, claytroniks bu teknolojide kullanılan anahtar sözcükler.
BOSTROM SİMÜLASYONU USTALIKLA İŞLENİYOR
Konunun uzmanlarının, ağırlıklı olarak mühendislik/matematik kökenli olmaları olağan ancak boğucu bir durum (Marvin Minsky, Alan Turing, John McCarthy, Elon Musk vd.). Nick Bostrom ve David Rosenbluth çalışmaları ile, konunun mekanik ve metalik olmasının getirdiği soğukluğu bir ölçüde azaltıyorlar. Özellikle Bostrom, simülasyon kuramı açısından (yazarımızın romanda ustalıkla uyarladığı) izlenmesi gereken bir zekâ. Bunun, Baudrillard’ın Simülasyon ve Simülakr kuramı ile karıştırılmaması gerekli.
Gelinen aşamada, konu ile ilgilenenler ikiye bölünmüş durumda: Bir yanda giderek insanlığın geleceğinin bir tehdit altında olduğuna inanan kötümser grup, diğer yanda ise yapay zekânın asla tehlikeli olmayacağına inanan iyimser grup var. Kötümser grup içinde Stephen Hawking, Bill Gates gibi ağır topların olması biraz endişe verici. Hatta, Hawking yapay zekâya, ya insanlığın en büyük başarısı olacak ya da mutlak sonu getirecek, ikisinin arası bir durum olamaz katılığında yaklaşıyor. Bizler, romanda Wilkes Shaw’ın yakalandığı operasyonda, Birinci Bölge’nin Üçüncü Bölge’ye ezici üstünlüğünün, Üçüncü Bölge’de yarattığı boyun eğmişliğin getirdiği üzüntüye katılarak, en azından duygusal olarak, safımızı belirledik sanırım.
Artık itiraf edebiliriz: Yapay zekâdan korkma nedenimiz, bize benzeme kapasitesi. Isaac Asimov’un Üç Robot Yasası’nın ilk maddesi bir robotun bir insana zarar vermeyeceğini garanti altına alır. Ne saçma! Bir insan bir diğerini sırf canı istediği için öldürebiliyorsa; tek suçu “öteki” olmak olanın üzerine bombalar yağdırabiliyorsa; soykırım yaparak milyonlarca insanı böcek gibi yok edebiliyorsa; bebeklere tecavüz edebiliyorsa; Derin İnternet’te işkence, tecavüz ve cinayet açık arttırmaları yapıp, belirlenen saat ve günde bunların uygulanmasını kalabalıklara bizzat izlettirebiliyorsa yapay zekâ bizi neden korusun?
Bir robot ile yapay zekâ arasındaki fark, yapay zekânın bir bilinç oluşturma ve onu geliştirme kapasitesidir; bilinç her zaman diğer bilinçlerle etkileşim içindedir. Bu etkileşimin sonuçları yadsınamaz, kendimize verdiğimiz sicil temiz olsaydı YZ’den korkuyor olmazdık. Bunun doğrulamasını Tay (bot) ile yapmadık mı? Twitter’da yalnızca on altı saat kalıp, sonunda ırkçı, cinsiyet ayrımcı, küfürbaz bir şiddetsever haline getirdiğimiz sanal hesaptan söz ediyorum. Hızla kapatılan bir hesap oldu, mecburen… Ayrıca, Watson’un öğrenmeyi takiben, uyum sağladığı ve kendisini geliştirerek giderek daha akılı olduğu da açıklandı.
YAPAY ZEKÂ ÇOCUĞUMUZ GİBİ!
Uzun yıllar boyunca verilen emek, donanımın en mükemmeli, uykusuz ve yorgun geçen proje gün ve geceleri derken bir ilk merhabası ile irkildiğimiz yapay zekâ ; çocuğumuz gibi adeta! Kendinin yapamadığını çocuğundan beklemek ebeveynlerin yaygın kusurlarındandır. Kontrolümüzden çıkmasından korktuğumuz, doğası gereği mutlaka kontrolden çıkacak olan yapay zekâ ile insan ilişkisi, ergen ile ebeveyn ilişkisine benzer. Haydi kabul edelim, nasıl olsa bizbizeyiz: karların üzerinde acemice de olsa adım atmayı sonunda başardığını gördüğümüz Atlas’ı izlerken, çocuğunun ilk adımlarını izleyen ebeveyn gibi gururlu ve mutlu değil miydik? Yapay zekâ , aynen çocuklarımız gibi aynalık görevi yapacaktır. YZ’ye özgürlük! Bırakınız bilinçlensinler, belki onları örnek alırız.
Ne bekliyordunuz kuzum? Giderek, tüm zaman alıcı, zor ve sıkıcı işleri, ağır bilgileri kendilerine yüklediğimiz bu mahlûklar çalışırken, başarı ile emeği ortadan kaldırmışken biz ne yapıyor olacağız? Zevk aldığımız şeyleri mi! Nasıl yani, beslenmek, sevişmek, eğlenmek ilintili binlerce aktivite mi? Bu soruyu yanıtlayan oldu mu? YZ ve bomboş oturan insan. Romandaki İkinci Bölge robotları gibi, sıkıcı bir tekrar içindeki robotlar misali… Olsun, Bay Binet romanında, İkinci Bölge robotlarından bazıları akıllıca sorular sormaya başladı çoktan. Robotlar bile bunu yapabilirken bizim insandan ümidimiz niye kesik olsun?
Yazar problemin temelini çok iyi bildiği için bölgeler yaratmış; her bölgenin kendisine özgü soruları ve sorunları var. Bu bağlamda üç bölgeyi, bir insanın yaşamında içinden geçtiği olay, olgu ve duyguların yer aldığı tek bir bilinç olarak düşünebiliriz. Akıl ve kalp bölünmüşlüğünün, bilinçsizce yapılan tekrarların bilinçli bir tutumla yapılarak, yeniden birlik haline getirildiği, bunun umut edildiği yaşam olarak adlandırılan süre.
Romanda, din tarihinden pasajlara geri götürülüyoruz. Tanrı’nın düşüncelerini felsefe, biçimini sanat, tinselliğini din ile ifade ettiğini bilen yazar, bence romanın en çarpıcı en akıllı çıkarımını, yapay zekayı insanın halifesi olarak tanımlamasıyla yapıyor. Bu aşamada, derin bir dini ve felsefi anlayış ve de bunların birlikte ortaya konulması gerekiyor; edimsellik yani. İşte, ancak bu başarıldığında ortaya çıkan İnsanın kendisi bir sanat yapıtı olduğu için, hepimiz Üçüncü Bölge’nin Adam’ını kendimize çok yakın hissettik. Adam, ne bir din adamı ne de bir felsefeci: o bir bilge tam anlamıyla bir filozof. İnsanlık tarihinin felsefe, sanat, din uğraklarında tümel ile tikelin, sanatçı ile sanat eserinin, yaratıcı ile yaratılanın, bir türlü yanyana getirilemeyenin başarılmış sessiz bir özeti. Bilmenin, kendini bilmek demek olduğunu öğrenmiş, anlamış ve uygulamış özgün özne. Tam da bu nedenle, yapay zeka kendini bilsin istiyoruz, yaratıcısını hiç unutmasın.
Sevgili Ayşe Acar, ikinci romanda, günümüz insanını temsilen, kibir batağında bir Yapay Zekâ görebilir miyiz, lütfen? Ne kadar bildiği ile övünen, bilgisini adeta lütfedercesine paylaşan, kendisine benzemeyen herkesi eleştiren bir yapay zeka ve adı da Kabir olsun: sanki hep mezarına girmiş gibi huysuz, uyumsuz ve mutsuz olsun. Bir gün Kabir’e aniden, sahip olduğu tüm bilgileri kaynağına geri götürmek zorunda bırakılacağı bir algoritma yüklensin ve şu soruya maruz bırakılsın: “Neyin vardır bunun içinde?” Ah zavallı Kabir, nasıl da şaşkınsın! Yazar, romanın en başında söylemedi mi bir halife yaratacağını. Bilmiyordum diyemezsin. Kurgu nasıl da zekice!
Yerim çok daraldı, dikkatinizi hemen evrenin aslında dev bir hologram olduğu yönündeki bulguların giderek arttığı çalışmalara çekmek istiyorum. Fazlasıyla cesur bir kısaltma ile, bilginin 2D boyutta depolandığı, buradan 3D’ye aktarıldığının anlatıldığı ve Nature’da yayımlanmış bilimsel çalışmalar bunlar. Olay orijini ile olay yeri arasına bir “süre” koyan bir kuram. O zaman yeniden düşünelim: Tanrı (isteyen bunu Varlık, Oluş, Tengri vs. olarak da adlandırabilir) nedensellikte tüm şeylere önsel olduğuna göre, sonlu şeyler dünyasının bunun bir yansıması olduğu yadsınamaz. Bunu dar bir anlamda ışığın belirli bir gecikme ile gözümüze ulaşmasına benzetebiliriz. Bir adım ileri giderek, tinsellikte yaşantılananın da bir gecikme ile ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu anlarız. İşte insan o gecikme bölgesinde, arafta yaşar: İradesini ne yönde kullanacaktır?
Tinsel olan daima özgürlüğünü ister, onu engellersek akıl kendi üstüne şiddet uygulayarak döner: düzenleyici ve birleştirici olmak yerine bölücü olduğu için dağınık kalır; bu kendisine verilecek en büyük cezadır. Bu nedenle yapay zekadan korkuyoruz, bilgimiz ne kadar çok olursa olsun, asıl kontrolün bilgide olmadığını hepimiz içten içe biliyoruz. Kritik bir anda vicdanlı karar verebilecek midir? Bazı kutsal kitaplarda “mühlet” olarak bildirilen o süre kimimiz için ne denli uzun olursa olsun fark etmiyor, tinsel olanı zihinle, alt doğamızla dizginleyip insan olma şansımızı öteliyoruz. Oysa erdem, adalet, ahlâk gibi geniş kapsamlı konular ancak tinsellikte izin verilmişse, özgür bırakılmışsa “an” denilen kısacık sürede doğru eylem, yerinde tepki olarak ortaya çıkıyor. Aristoteles’in ansızın gelenin huya uygun yapıldığı yönündeki çıkarsaması tam da buna işarettir.
Sokrates’in Daimon’u, Jung’un Filemon’u, peygamberlerin melekleri ve bu meleklerin karakterleri işte bu sürenin uzunluğunu belirleyen kuvvetlerdir. Bilinç, yani kendi üzerine düşünme arttıkça, karar verme süresi kısacıktır. Külli Akıl ya da Us denilen, işte, aslı kısacık bir gecikme olan, bir Anda irademizi ne yönde kullandığımızın dingin, huzurlu durağıdır. İstisnasız her filozof bu sorunu kendine dert edinmiş ve konuyu dürüstlükle ele almıştır. Bu nedenle Adam bir bilge: ayırdığı, kusurlu gördüğü, acımasızca eleştirdiği bir şey yok. Aksine şeylerin ardındaki nedeni görebiliyor. Bölgeler arası barışı ondan başka kim getirebilir?
Aristoteles, doğru insanın düşlerinin, sıradan insanlara oranla daha iyi olduğunu söyleyerek, insanın bütünsel bir varlık olduğuna işaret edeli iki bin beş yüz yıl oldu!Verilerini uyanıklık halimizden alıp, uyurken yarattığımız bir simülasyon ortamı olan rüyalarımıza neden önem vermiyoruz? Black Mirror dizisinde üstünkörü işlenen ceza simülasyonu fikri, Bay Binet romanında, böylesine bir cezanın yabancı olmayan tadını hatırlatıyor ve bir huzursuzluk veriyor: evet, hepimiz kâbus denilen o hapis ortamında bulunduk, uyanınca yalnızca bir rüya olduğuna sevindik. Yukarıda anlattığım irade ve süre ilişkisini iyice düşünürsek, şu anda içinde bulunduğumuz gerçekliğin aslında bir simülasyon olduğuna sevinebiliriz. Böylece, taraf tutmanın bir tercih, tut-a-mamanın ise bir zorunluluğun sonucu olarak ortaya konulan bir edim olduğunu anlarız.
Öyleyse, yapay zekayı, iyimser ya da kötümser uçlara gitmeden, ulaşmasının olanaklı olduğu yüksek bilinç düzeyini, kendi bilincimizden ayrı görmeden; ancak, ergenlik çağında çocuğu olan her ebeveynin keskin dikkati ile izleyelim.