AKP-MHP-devlet koalisyonuna muhalif olanlar arasındaki ufak grubun halletmesi gereken, hem köklü hem dallı budaklı, böylece haliyle okkalı iki sorun var. Nasıl ufak grup? Ufak grup, çünkü ufak. Çünkü muhalefetin yalnız bir bölümü, herkes için “başkalarının hakları” ilkesi üzerine kurulu sahici demokrasi ve sevmediğinin de eşit hakka sahip olduğu sahici hukuk istiyor. Madem ufak, niye lafını ediyoruz? Çünkü Türkiye eğer insanca yaşanır bir yere dönüşecekse bugün ancak bu grup tarafından benimsenen ve dile getirilen demokrasi-adalet hedefleri doğrultusunda yürünürse dönüşebilecek. Adalet ve eşit yurttaşlık hakları dediğimizde, memleketin ekonomi dahil bütün sorunlarını kapsayan bir çerçeve çizmiş oluruz.
Çizimin hiçbir zaman tamamlanmış çerçeve halini alamayıp orası burasına denk gelmeyen, işe yaramaz, tuhaf bir nesne şeklinde vücut bulmasıysa, iki dev meseleye de yol açan, bilumum arızalarımızı besleyen toprak yüzünden.
İki meslektaşımızın gayretlerinden yararlanacağım. İlki, “başından beri aklının almadığı CHP faaliyetleri”ni sıralayan Erk Acarer. Öbürü, Başak Demirtaş’la söyleşi yapan Murat Sabuncu. (Acarer’in tweet dizisinin ilkine şuradan ulaşabilir, gerisine oradan devam edebilirsiniz; Sabuncu’nun söyleşisini şuradan okuyabilirsiniz.)
Erk Acarer, CHP’nin neden “en kritik zamanlarda topluma el freni olduğunu” soruyor. İlk örneği Gezi İsyanı’nın ilk gününden seçmiş: “Gezi Direnişi’nin ilk gününde Taksim yerine Kadıköy’de eylem yapılarak neredeyse direniş kırılacaktı. Tepkiler karşısında bundan vazgeçildi. O gün tarihin en büyük toplumsal hareketinin olduğu Taksim yerine Kadıköy’de demokrasi ve özgürlük mitingi yapılmasına karar veren hangi iradeydi?” Olayın parti “dehlizlerinde” geçen ayrıntılarını falan bilmiyoruz. Ancak bazı milletvekilleri dışta tutulursa -demokrat-muhalif cefakâr partililer zaten her zaman dehlizlerin dışında-, bütün olarak CHP’nin Gezi İsyanı ile, özellikle daha sonraki “Gezi Davası” rezaleti ve feci sonuçlarıyla ilişkisi sanırım hâlâ hakkıyla ele alınmayı bekliyor. Osman (Kavala) başta -ömrü en uzun süre gasp edilen olduğu için başta-, ana akım sol-muhalif çevrenin sahip çıktığı üç kişi dışındaki “dava” kurbanlarının tekinin adını söyleyebilecek kaç kişi vardır, ana muhalefet partisinin üst kademelerinde? Demek istediğim, meslektaşım lafa buradan girmekte haklı, ancak Gezi bağlantılı CHP performansının daha deşilmesi gerekiyor. Üstelik bu performans CHP dışındaki sola da yayılmış olduğu için…
Acarer’in listesinde sırada 2016’daki Anayasa değişikliği var: “AKP'nin gündeme getirdiği ve CHP’nin de desteklediği anayasa değişikliği ile o değişikliğin tarihine kadar parlamentoda fezlekesi bulunan milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Türkiye’nin en kritik virajlarından biriydi.” Bu kadar kritik bir viraj dönme işlemine katılmanın CHP’de gürültüsüz patırtısız, restleşmesiz istifasız kararlaştırılmış oluşu kimseye mi tuhaf gelmiyor? Ya bunun kimseye tuhaf gelmeyişi? O da mı tuhaf gelmiyor? Zaten tuhaf de değil, aslına bakarsanız.
Acarer’i izleyelim: Dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla CHP’ye yönelik tutuklama hamlelerinin yapılması, nihayet “MİT TIR’ları ve IŞİD’e giden silahları konuşma[nın] suç sayılması”. O sıralarda henüz AKP-MHP-devlet koalisyonu yargıyı tamamen kendi emrindeki vazifeli konumuna düşürmemişti. CHP ile uyum halinde tekere çomak sokabilecek birileri olmalıydı yargı bünyesinde. Neden kritik virajı döndükten sonra yolda rastlanan TIR’ların da görmezden gelinmesi münasip bulundu? Yersen sosyal-demokrat ana muhalefet partisi niye durup dururken böyle bir tavrı benimsesin, değil mi? Değil.
Çünkü hemen ardından Yenikapı Mutabakatı geldi. İktidardaki koalisyon iktidarıyla muhalefetiyle yeni bir “çatı örgütü” tanımladı ve memleketin batısındaki özgürlük-adalet arayışlarından da destek bulan “Kürt partisi”ni bunun dışında bırakacağını ilan etti. Darbenin öyküsünün tamamen karanlıkta bırakılabilmesinin yanısıra, Fethullahçıların girişimi bahane edilerek üniversitelerin solcu-demokrat hocalardan temizlenmesi gibi hoşluklar da bu mutabakat sayesinde gerçekleştirilebildi.
Acarer, Kılıçdaroğlu önderliğindeki CHP’nin yegâne radikal ve ses getiren eylemi “Adalet Yürüyüşü”nü de hedef seçimi ve slogan bakımından eleştiriyor, o haliyle yalnız “toplumun enerjisi ve gazı[nın] alınmasına” yaradığını ileri sürüyor ve Erdoğan’ın meşhur “Atı alan Üsküdar’ı geçti”sine zemin hazırlayan YSK kararının sessizce sineye çekilişini hatırlatıyor. Şüphesiz İstanbul belediye seçiminin mesnetsizce, pişkince, düzenbazca tekrarlanışının ne kolay kabullenildiğini de ekleyebilirdi.
Bunları niye uzun uzun aktardım? Meslektaşımızın şöyle ilk elde sayılabilenle yaptığı liste bile gayet tutarlı bir eğilimi ortaya koyabildiği için. Ne görüyoruz: (1) CHP diye bir parti var, (2) bu parti en başta kendi aleyhindeki bir dizi girişime, (3) sessizce boyun eğmekle de yetinmiyor, (4) bizzat katılıyor. O halde bu partiyi yönetenler ya katıldıkları işlerin kendilerine de zarar vereceğini fark edemiyorlar ya da siyasî mazoşistler. Böyle mi? Yoksa herkes aptal, biz mi akıllıyız?
Tabiî ki değil. Karar vererek, doğru bularak, doğru değilse bile zarurî görerek katılıyorlar yukarılardan dayatılan girişimlere. Bu gönüllü katılımda rol oynayan iki dinamikten biri bu. Ne adına zarurî-kaçınılmaz görüyorlar sözkonusu işleri? Bu sorunun cevabını veremeyecek tek kişi yoktur memleketimizde, iddiaya girerim: Elbette devlet adına. Yalnız CHP’ye yön veren ikinci bir dinamik daha var. O da parti kimliğinden-kişiliğinden çok, bir tür yönetici elit ideolojisinin ürünü: CHP yöneticileri uzun süredir, gerçekte iktidar olmak, ülke yönetmek, riskler almak, birşeyleri değiştirmek, hele hele mevcut devlet geleneği ve düzeninin dışına çıkarak sahici adalet-demokrasi rejimi inşa etmek gibi dertleri tasaları bulunmayan kimseler. (Kimleri bu tarifin dışında bırakmak için titizlik göstereceğim kolaylıkla tahmin edilebilir. Bana atılacak çamur başkalarına bulaşmasın diye isim vermiyorum.) Evet, tam anlamıyla, doğduğu toprağa, kökenine bakılmaksızın, yeryüzünün her köşesinde “majestelerinin muhalefeti” olarak anılan olgudan bahsediyorum. Bu kimselere dokunmayın, ömürlerinin sonuna kadar muhalif milletvekilleri, parti şusu, grup busu olarak yaşar giderler. Haksızlık karşısında bu kadar uyuşukluk, zulüm karşısında bu kadar aldırışsızlık, yalnız basit insanî kusurlardan ibaret olamaz. Burada seçilmiş yol, bilinçli tercih var.
Gelelim konu edeceğim ikinci meslektaşımın ürününe. Murat Sabuncu, şu ana kadar yirmi-otuz gazetecinin yapmak için sıraya girmiş olması gereken -ama tabiî ki girmediği ve girmeyeceği- işi yaptı ve Başak Demirtaş’a, eşinin asılarak öldürülmesini isteyen kalabalıkları izlerken ne hissettiğini sordu. Elbette tamamlayıcı soruyu es geçmeden: Kimler bu rezil güruh eylemine karşı tepkisini göstermiş, kınamış, karşı çıkmış, en azından üzüntü belirtmişti?
Başak Demirtaş, en çok Emine Erdoğan’ın “Selo’ya idam!” diye haykıranları tebessümle izleyişinden etkilendiğini söyledi. Sloganı bizzat cumhurbaşkanının konuşmasının kışkırtmış oluşu üzerinde sanırım o da bizler gibi fazla durmamıştı.
Bu kısmı geçiyorum; derdim tamamlayıcı soru dediğim öbür kısımla. Herhangi bir suç işlemediği halde, herhangi bir suç işlememiş onlarca parti yöneticisi ve yüzlerce partili, partisiz, sempatizan, aktivist, gazeteci vs… ile birlikte senelerdir, naylondan dava uydurulup hapiste tutulan siyasetçinin, yasalarda mevcut olmayan ceza ile cezalandırılıp öldürülmesini istiyor bir kalabalık. Hem de cumhurbaşkanının hayatî önemdeki seçimi kazanıp konuşma yaptığı yerde. Seçimin üstünden saatler geçmişken. Seçilen, bütün ülkenin cumhurbaşkanı. Filan…
Ve hem bu siyasetçiyi hem de -bütün bileşenleriyle, destekçileriyle birlikte- partisini devletçe meşru kabul edilen bütün siyaset platformlarından dışlamayı doğallaştıran ezcümle siyaset erbabından bu rezilliğe herhangi bir tepki gelmiyor. “Parti adına”sını, resmîsini falan bırakın, kişi kişi de siyasetçiler herhangi bir ayıplama seansına katılmıyorlar. Devletin esenliği, milletin selameti filan gibi gerekçelerle olsun, başkentte toplanan kalabalıkların sivil siyasetçinin idamını talep etmesinde herhangi bir mesele görmüyorlar.
Görmüyorlar mı? Kimbilir, belki de görüyorlar. Fakat o durumda da, ortalık yerde tepki göstermeseler bile en azından Başak Demirtaş’ı arayıp bir çift dostça söz söyleyebilirlerdi. Haydi, dostça da olmasın, “Türkiye bi noktaya geldi, artık politikacı astırmayız kimseye,” falan diyebilirlerdi. Ama olmaz. Demezler. Mazallah ya gerekirse günün birinde, devlet çıkarı bakımından?
Tipik majestelerinin siyasetçisi nasıl davranır, hiçbirimizin hâlâ tam öğrenemediği anlaşılıyor. Gerçekte siyasetçi olmayan bu siyaset erbabı, her şeyden önce, kıpırdamayışın erdemini hatmetmiş biridir. Çünkü hepsinin gezindiği o katta denklemlerin biz sıradan insanların dünyasındakinden başka türlü kurulduğunu bilirler. Diyelim “Selo’ya idam”a tepki gösterdin. Bu, seni bir yere koyar. Doğumgününe, düğüne çağrılmayacağın bir yere. Siyasî tavır almış olursun. Buna karşılık, tepki göstermediğinde kimse seni bir yere koymaz. Neredeysen orada bulunmaya devam edebilirsin. (Birçok meslektaşımızla hayat yollarımızın ayrılışında da benzer bir öykü saklıdır ama şimdi ne alâkası var?) Fakat aslında sapına kadar siyasî tavır almışsındır. Fakat o sayılmaz. Çünkü devletle aynı hizadasındır. Ve bu siyaset sayılmaz.
Siyaset, yaparsan devletle hizanın bozulduğu faaliyetin adı. Türkiye yerleşik siyaseti siyasî değil. Devlet işi. Bu yüzden, partiliden çok bürokrat sayılması gereken tipler her yerde, en çok da CHP’nin tepesinde ve bu yadırganmıyor.
AKP şunu niye yapıyor? Yapıyor çünkü yapabiliyor.
CHP şunu niye yapmıyor? Yapmıyor çünkü yapmayabiliyor.