Türkiye gündemi "alçak sürünme" seviyesini iyice derinleştirme yönünde ilerliyor. Haftaya müthiş bir giriş yaptık. Özellikle dış politika açısından fazla hareketli günler bizi bekliyor. İdlip operasyonu ile ilgili tartışmalar daha yeni ısınırken, ABD'nin vize durdurma kararı geldi. Rusya ile ortak operasyona başlayan Türkiye aynı gün yeni müttefikinin düşmanı Ukrayna’yı ziyaret etti. "Hiç olmadığı kadar yakınız" manşeti yerde dururken, "misliyle karşılık veririz" çıkışı geldi. "Sen kimsin ya" denilen Irak yönetimi "tek muhatap" haline geldi. Hepsi de alkış aldı. Bu meseleler haftanın ilerleyen günlerinde biraz daha dallanıp budaklanacak ve etkileri üzerine tartışmalar devam edecek. Muhtemelen bunlar üzerine daha epey yazılıp çizilecek. Fakat, bu haftanın ilk günlerinde yaşanan birkaç olay ve Gazete Duvar'a yazılan iki yazının dert edindikleri, yaşadıklarımızla yüzleşme açısından bu "dünya hallerinden" çok daha önemliydi bence.
9 Ekim Pazartesi günü İrfan Aktan'ın yazdığı "İşkence reklamı" başlıklı yazı, Muğla'da yaşanan, görüntülenen ve "mizah" konusu yapılabilen işkence sahnelerinin nasıl kullanıldığını ve karşı karşıya olunan saldırının büyüklüğünü anlatıyordu: "İslâmcıları güldüren bir karikatür dergisi Muğla’daki işkence mağdurlarını resmederken, o cenahın zihin dünyasının da karikatürünü çizmiş oldu… Çünkü biliyorlar ki, yaptıkları işkenceyi ilan ederek yaydıkları dehşetin sonucunda insanlık onurunu savunan kişi kalmayınca, kimse işkenceyi yenemez". Bu zihniyet dünyası, en tepeden en aşağıya kadar dizginsiz bir saldırganlıkla yetinmeyip "teşhir" silahıyla tekrar tekrar saldırıyor. Bu pislikten yara almadan, lekelenmeden kurtulacak kimse kalmayana kadar.
Aynı gün yayınlanan ikinci yazı "Arabayı yıkatın, tozlanmış" başlığıyla Ümit Kıvanç'a aitti. Aynı konuda, yapanları değil izleyenleri mesele eden, "nasıl yönetildiğimize değil, kim olduğumuza dair" bir yazıydı: "Büyük meseleleri bıraktım bir yana; bir vakitler doğru düzgün insan diye bildiğimiz okur-yazar İslâmcılar, soyulup asfalta yatırılmış insanlarla alay eden şu Misvak dergisi denen rezilliğe dahi tek laf etmiyorlar. O kötülüğe razı gelmenin vebali olmaz olur mu, aklınızı mı kaçırdınız?" diye soruyordu. "Merhametsiz olun” diyen bir ilâhî buyruk, “haysiyetsiz olun” diyen bir peygamber iletisi yoktur" dedikten sonra bir kritik soruya daha cevap arıyordu: "asfalta yatırılmış çıplak insanlara gözü kapalı bir ahali, bugünkünden daha iyi hangi iktidara hayat verecektir?"
Bu iki yazının daha mürekkebi kurumadan aynı gün, Avrupa Ampute Futbol Şampiyonası'nda Türkiye ile final maçına çıkan İngiltere takımı, "Cumhurbaşkanı'nın parasını biz verdik" dediği tribünlerlerde oturanlar tarafından yuhalandı. Bayram mesajında bile birilerini hedef göstermekten geri duramayan 'reisine" uyan bir "cumhur" kabalığı. 10 Ekim 2015'te Ankara'da barış için yola çıkan insanların "Gar Katliamı'nda" öldürülmesinden iki gün sonra, Konya Stadı'nda saygı duruşunu ıslıklayanları hatırladık elbette. Ama bitmedi, bir gün sonra 10 Ekim Salı günü, bu kez Ankara'da bu katliamda ölenleri anmak isteyenlere polisin saldırdığını izledik. Tıpkı, katliam anında ölenlerin yaralananların üzerine sıktıkları gibi, onları anmaya gelen ailelerinin üzerine de gaz sıktılar. Ne zaman ve nerede anlatılırsa anlatılsın kimsenin aklının almayacağı bir şey düpedüz ve gözümüzün önünde oldu: Bir ülkenin en büyük katliamlarından birinin anmasında, katliamın sorumluları ile ilgili hiçbir şey yapmamış güvenlik güçleri, bu acıyı unutmadıklarını göstermek için toplanmış insanları dövdü (nokta).
Bir süredir siyaset vasatının düşüklüğü yüzünden yüksek perdeden bir muhalefet sloganı halinde dolaşımda olan; "Ne oluyor bize? Kutuplaştırma çok tehlikeli kırılmalara yol açıyor, hasletlerimizi kaybediyoruz" gibi sözleri çok sık duyuyoruz. Ama artık biraz daha ileri şeyler söylemenin vakti geldi galiba. Bütün olup biteni izleyen, sessiz kalan, onay veren ve alkışlayan asıl özneyi dikkate almadan ve mesele etmeden tartışmanın bir anlamı yok artık. Yöneticilerin "kandırıldığına" inanmazken, halkın kandırıldığına inanmanın mantığını bulmak zor. Kompleksini aşmak için utanma duygusunu kullanımdan çekmiş kalabalıklara popülizmin çeşitli dozlardaki tuzaklarına girmeden bakabilmek, bazen ortada hoş tutulacak bir duyarlılık olmadığını kabul etmek gerek. Dinlerin, ideolojilerin, milliyetçiliklerin "reklamlar" kısmında söylenenlerden başka bir içerikle ilişki kurabildiğini, milliyetçiliğin her türünün asıl motivasyonunun "milletini" sevmek değil, "ötekilerden" nefret etmek olduğunu açık açık söylemek lazım. Bu yüzden "merhametsiz ol, kendini sevemiyorsan kimseyi sevme" diyen "ilahi buyruklar", "yüce amaçlar" işaret eden ağızlar, duyan kulaklar, yerine getiren eller olduğunu görmek gerek.
Gelelim bu memleketin, bu milletin hasletlerine, sağ duyusuna. Politik olgunluk, yüksek değerler ve kıymetli toplumsal hasletler konusunda sadece bugün değil, geçmişte de sağlam bir sicil olmadığının isnat ve itirafı ile başlanabilir. Ne övünülen ecdat ve övünülürken öne çıkartılan tarafları (kimi titretmiş, kimi korkutmuş) ne de yakın dönem politik pratikler "çoğunluk" hassasiyetleri konusunda umutlu olmayı kolaylaştırmıyor. "Çoğunluk değerlerini" dışında tuttukları için saldırganlık dayanağı yapmaktan başka politik pratik üretmeyenlerin mirasçılarından vicdan çıkışları beklenmeyeceği açıkça görülüyor. Fakat, gelinen - geçilen sınır artık başka türlü konuşmayı çağırıyor. Çünkü, birileri sınırı geçiyor, kalabalıklar da seyrediyor değil kafileler halinde beraber o sınıra yürünüyor.
O zaman, özgürlük için nasıl güçlü olandan korkmamak, yaptığını yüzüne haykırmak gerekiyorsa, çok olandan veya çok durandan da çekinmemek yaptığını yüzüne vurmak gerekiyor. Yaptılar, yapabildiler yine yapacaklar. Bu yüzden 3 Ağustos'ta bu köşedeki "İktidar destekçisi ile nasıl konuşmalı?" başlıklı Gazete Duvar yazısının son paragrafını tekrarlamak zorundayım:
"Çünkü, baskıların karşısında muktedirler için rica ve 'vicdana çağrı' ne kadar geçerli ise, destekçileri için de ancak o kadar geçerli. İkna edilecek, kazanılacak, suyuna gidilerek yumuşatılacak her durumda “mağdur” kalabalıklardan değil, pasif bir izleyici olmadığının, sorumluluğunun hiç az olmadığının hatırlatılması gereken, “tam destek” koşuluyla iradesini rehin bırakmış ve yaşananlara taammüden katılan insanlardan bahsetmek gerekiyor. Yani, 'niye sesiniz çıkmıyor' sorusu yerine, 'yaptığınızın farkında mısınız' suçlamasını dolaşıma sokmak".