Yargıtay Başkanı’nın adli yıl konuşması, Diyanet İşleri Başkanı’nın iki lafı kadar ilgi çekmedi. Herhalde kılıçla konuşmadığı için. Oysa sözlerinde kılıçtan vahim mızraklar vardı. En tuhafı da “devlet müdahil olmayınca durumu güçlenecek mağdur” dediğiydi. Kim bun? Nasıl bir mağdur ki devlet aradan çıkınca mağduriyeti azalacak?
Kemal Can’ın bıraktığı yerden devam edeyim, pas attığını kabul ederek: Adli yıl açılış töreni hem yargı adına dinlediğimiz konuşmada (sahi, o bir konuşma mıydı?) hem de Cumhurbaşkanı’nın şahsının dile getirdiği hukukla ilgili (avukatlıktan men) konuşmada Türkiye için öngörülen hukuki geleceğin bugünleri aratacağının bütün işaretleri yer alıyordu. Nutuklardan biri, teorik olarak yürütmenin (pratik olarak her şeyin) başı tarafından, diğeri teorik olarak yargı bürokrasisinin (pratik olarak saray infaz dairesinin) başı tarafından irad edilmiş olmakla, hem kamunun nasıl bir hukuk arzuladığını hem de toplumun nasıl bir hukuka maruz kalacağını ilan etmiş oldu. Bunlar daha iyi günleriniz diyordu özetle ikisi de.
Yargıtay Başkanı ile başlayalım bugün, ilk o konuştu ya! Adli yılı açtı ya! Bakalım ne söyledi, hangi kutuyu açtı? Devamı sonraki günlerde cumhurbaşkanının sözleri ile gelecek, onun da devamı bir Danıştay kararı ile, “anti-hukuk”un zirve kararlarından biri ile: Masumiyet karinesinin biz fani yurttaşlar için değil, sonsuza kadar yaşayacak devlet için olduğunu ilan eden bir kararla…
HERKESİN DUYDUĞU, KİMSENİN DİNLEMEDİĞİ KONUŞMA
Başlayayım, bir şaşkınlığı dile getirerek: Yargıtay Başkanı’nı kimse dinlemiyor mu yahu? Koskoca Yargıtay başkanını? Dinleyen olsa, Adli Yıl açılışında söylediklerini o günden beridir tartışıyor olurduk.
Niye dinlemiyoruz koca yargıcı? Konuşmaya kılıçla çıkmadığı için mi? Elbette, lakin kılıçla çıkmadıysa da kendisine tevdi edilmiş üç vazifeyi dillendirmek üzere huzurlara çıktı ki kılıçtan daha vahim mızraklardı: Biri bir yol haritası, biri bir sefer görev emri, biri bir ev ödevi.
Bir, yani yol haritası: Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iktibas yoluyla hukuk oluşturma siyaseti artık bitmiştir. Yerli ve milli hukuk üretim süreci başlamıştır.
İki, yani sefer görev emri: Yargı, özellikle bağımsız yargı tartışmalarını yürütenlere karşı cansiperane mücadele.
Üç, yani ev ödevi: Bazı mağdurlar o kadar mağdur ki, kendilerini mağdur edenleri artık devlet cezalandırmaya çalışmamalıdır.
MİLLETE KARŞI İKTİBAS YAPTILAR DOSTLAR!
İlkinden başlayalım, Diyanet İşleri Başkanı’nın cumhuriyetin kurucularına ilenme fonksiyonunu tamamlayan görevine: Yargıtay Başkanı, bir yanıyla kurucuları över gibi yaparken, bir yanıyla konuşmasının temelini oluşturan “devletin hukuk sistemi ile milletin değerleri arasındaki uyum” ideolojik formülü gereğince ne kadar hatalı olduklarını vurguluyordu. Amaçları iyiydi belki ama, “devletin politikaları ile milletin ihtiyaç ve beklentileri” uyumsuzdu ve bu da direnç ve itirazla karşılaşmıştı. Yok, Müslüman olmayan azınlıkların yok edilmesi politikasına laf söylemiyor, hayır Müslüman azınlıklardan Kürtlere yönelik inkar-imha-temsil (asimilasyon) politikalarından da söz etmiyor. Baklayı ağzında çeviriyor, ıslatmıyor, ama ıslatacak belli: “Toplumun tüm haklı beklentilerini karşılayan yeni bir devlet felsefesi” istiyor, öneriyor. Haklı beklenti? Ne demek bu?
MİLLETİ KURTARDILAR AMA KÜLTÜR KRİZİ YARATTILAR
Şu demek, konuşmaya göre: Milletin kurtuluşunu sağlayanlar, cumhuriyetin başlangıcında yabancı hukuk metinleri iktibas ettiler, bu da bir “kültür krizine” yol açtı. Şimdi, “Hukuk sistemimizi kendi öz kaynaklarımızla işleyemezsek sağlıklı bir altyapı kurmamız (..) mümkün olmayacaktır.”
Peki ne olacak? “Bize yakışan kolaycı bir anlayışla ithal edip tüketmek değil her alanda olduğu gibi geniş bir açık görüşlülükle hukuk alanında da üretmek, örnek olmak ve ihraç etmektir.”
İktibas, kolaycı bir anlayış. Zaten “milletin değerleriyle” de uyuşmuyor. Sonrası ama tuhaf bir şekilde “tüccar siyaset” terimleriyle geliyor: İthal eden tüketici olmaktan çıkıp üretici olmak ve ithal etmek. İhraç fazlası hukuk var sanki Yargıtay’ın elinde? Hukuk konuşuyor güya ama Sultanhamam esnafının hayalle karışık, Hazine bakanının saf hayali jargonuna başvuruyor nedense. İthalattan kurtulmak, ihracat yapmak filan…
Devam: “Biz kendisi merkez olabilecek ve insanlığın ortak hukuk kültürüne önemli katkılar sağlayabilecek bir milletiz, idealimiz budur.”
KUVVETLERİN AYRISI GAYRISI MI OLUR?
Arada “masumiyet karinesi” diyor, niye dediğini anlamak imkansız. “Kuvvetler ayrılığı” meselesine giriyor, “kuvvetlerin işbirliği” ayrlığından hayırlıdır minvalinde sözlerle bağlıyor meseleyi. Ayrı gayrı mı olur kuvvetlerde? Birlikte çay toplamak varken? Sonra iki engeli işaret ediyor: Biri medya. Ah şu medya! Biri de “dış güçler” tabii ama Kenan Evren öleli çok oldu, yeni ifade biçimleri bulmuş bunun için:
“Bağımsızlığı zedeleyen bir diğer faktör ise üstün hukukun sözcüsü gibi takdim edilen yabancı çoğunlukla da Avrupa menşeili oluşumlar ve onların uzantılarıdır.”
Bir hukukçu mu konuşuyor? Öyleyse niye SETA’nın “medya raporu”na benziyor lafları? “… uzantıları…” filan?
Tabii ki sakınmalılar, patronumuz var bizim! (Daha önce gelmiş olsa İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Başkanı’na teşekkür eder miydi? Kim bilir? Ama İHAM başkanı patronize edilmeyi canı gönülden dilemiş gibi geldi gitti.)
AVUKAT DEMEDEN BAĞIMSIZ YARGI DENİLMEZ
Arada lafı “avukatlığa” getiriyor, hani açılışa katılmayanlara. Bir afili laf, devamı yok:
“Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının en önemli teminatlarından biri de avukatlık mesleğini icra eden çok değerli meslektaşlarımın taşıdığı yüksek sorumluluk ve görev ve bilincidir.”
Yeter mi? Yetmez ama evet, devamını cumhurbaşkanı getirecek.
Sonra, acayip bir yere geliyoruz. Diyanet İşleri Başkanı yapsa şimdi konuşuyor olurduk, ama kimsenin yargıya inancı kalmadığı için mi bilmem, Yargıtay Başkanı söyleyince hiç ciddiye alınmadı:
Dedi ki başkan:
“Ceza hukuk anlayışımızın temelinde bütün suçların kamu düzenini bozduğu varsayımı vardır. Bu varsayım mağduru tali konumuna düşürmüştür.
Kamu düzeni ile doğrudan ilgili olmayan uyuşmazlıkların, ceza mahkemelerinin görev kapsamının dışına çıkarılması yargının verimliliğini artırabileceği gibi mağdurun konumunu da güçlendirecektir.”
Bir bardak su içiyor burada. Soğuk su muydu o?
Devam: “Güçlü devlet gücünü hesaplı kullanan, gerekmedikçe müdahil olmayan sivil çözümleri teşvik eden devlettir.”
Ne diyor? Nasıl bir “uyuşmazlık” var ki, devlet müdahil olduğu için mağdur tali (ikincil) konuma itiliyor? Nasıl bir “uyuşmazlık” ki, ancak devlet aradan çıkarsa mağdurun konumu güçleniyor?
“Ceza hukuku” dediğimize göre, bir “uyuşmazlık”tan değil, bir “suç”tan bahsediyor olmalıyız. Suç çünkü iki kişinin uyuşmamasıyla ilgili değil, bir kişinin kanunda suç olarak yazılı bir fiili işlemesi ve bunun için de kanunda bir ceza öngörülmesi ile mümkün olan bir şey. O halde ne diyor Yargıtay başkanı? Ne diyecek, iktidarın suç olmaktan çıkarmak, olmadı af kapsamına almak, o da olmadı infaz kanunlarıyla oynamak suretiyle “cezasız” bırakmaya çeşitli biçimlerde hamle ettiği “cinsel saldırı suçları”nı diyor. Devlet aradan çekilecek, “mağdur” böylece daha fazla mağdur olmayacak, saldırgan ile mağdur anlaşacak, mağdurun durumu güçlenecek. Hani tecavüzcüsüyle evlenme yolu filan.
Ev ödevini, yol haritasını ve sefer görev emrini yerine getirdikten sonra başkan, iki de hususi talepte bulundu: biri, Yargıtay üyelerinin 12 yılla sınırlanan (2016’da) görev sürelerine itiraz etti, diğeri tetkik hakimi atamasında Yargıtay savcısı ve başkanının teklifi mekanizmasının ortadan kaldırılması (2014’te) uygulamasına. Bu ne demekti? Ne olacak, iki düzenleme eski “vesayet güçleri”ni ortadan kaldırmak için uydurulmuştu, artık onlar olmadığına göre, yeni vesayet gücü olarak bize de bir ihsan, bir güzellik niye olmasın?
Devam edeceğim. Yargıtay Başkanı’nın sözünü ettiği “masumiyet” karinesi ve Cumhurbaşkanı’nın “avukatlara men” talebinin ne anlama geldiği ile…