Dün her şey çok güzel oldu. Yarın olmaya devam edebilmesi ise yanı başımızdakinin sevinci ve ıstırabıyla gerçek bir bağ kurmayı öğrenebilmemize bağlı.
Her cevapla tavşan deliğinden ucu görünmeyen bir sohbete sürükleneceğim bilgisiyle taksicilere doğruları söylemeyi bir süre önce bıraktım. “Yazarım,” deyince herkesin hayatı roman. Senaristlik iyice çaresiz bir acı. Çoğu insan, hayatının yarısını izleyerek geçirdiği filmlerin, dizilerin senaryolarını kolayca yazabileceğine içtenlikle inanıyor. Bir-iki kez “gazeteciyim” (yarı) yalanını denedim, dehşetli bir hata yaptığımı anlamam yüz metre sürdü. Memleketim konusunda yalan söylemeyi ise hiç istemedim. Dolayısıyla yüzlerce kez yaşandı şu diyalog:
TAKSİCİ- Ama hiç benzemiyorsunuz Diyarbakırlıya?
BEN- Tanıyor musunuz bütün Diyarbakırlıları?
TAKSİCİ- Eheh yok tabii de siz biraz açık tenlisiniz, bi de konuşma, hal-tavır falan…
BEN- ….
TAKSİCİ- Orada büyümediniz heralde?
BEN- Yoo 17 yaşıma kadar orada yaşadım gayet de.
TAKSİCİ- Öyle mi… Yav kusura bakmayın ben hiç böyle şey etmem aslında, mühim olan insan olmak.
Bu light versiyon. Cidden “Diyarbakırlı da insan”ı işitmeniz çok mümkün. Bu tür diyalogların taksicilerle sınırlı olmadığını söylememe de gerek yok herhalde.
Yurtdışına gittiğimde sık sık İtalyan, İspanyol, bazen Fransız sanıldığım olur. Bunun biraz hoşuma gittiğini itiraf etmeliyim. Benim gibi en ‘milliyetçisiz’inden ırkçısına, bu tür benzetmelerin herkesin gönlünü okşaması peki? Türklüğüyle en çok övünenin bile ağzı beş dakika kapanmak bilmiyor yabancıya benzetildiğinde.
Diyarbakırlıya benzetilmemekse canımı sıkıyor. Ülkenin herhangi bir yerinin herhangi bir köyünden gelmiş biri mesela, tarihi, kültürel ve insani bakımdan müthiş zenginlikler barındıran bu kentte doğup büyümüş olmanın insan için bir tür şans olabileceğini aklına bile getiremeyebiliyor. Nasıl bir fotoğraf varsa artık zihinde.
Yeni kitabım nedeniyle sıklıkla hoş söyleşiler yapıyorum bu ara. Kitap meselesi böyle. Birdenbire sürekli çocukluğundan, yazma sürecinden ve yazmaktan bahsederken buluveriyorsun kendini. Beni anlatan önemli bir öğe çok erken okumaya ve yazmaya başlamış bir çocuk olarak babamın Kürt olduğunu 12-13 yaşlarında idrak etmem. Bundan herhangi bir röportajımda bahsetmedim sanırım, laf oraya kadar gelmedi. İnsanın pek çok kitabı okuduğu, pek çok yazarı çatır çatır birbiriyle karşılaştırabildiği bir yaşa değin böyle temel bir öz bilgiden bihaberliğinden duyduğum belli belirsiz rahatsızlığın etkisi de olabilir.
Diyarbakır’da sakinlerinin çoğunu memur ailelerinin oluşturduğu, çok sevimli, tatlı bir mahallede oturuyorduk, Bağlar semtinde. Dut, elma, asma ağacı olan kocaman bir bahçemiz (bana öyle geliyordu ya da o zaman) vardı. 9-10 yaşlarımdayken göç başladı ve mahallenin çehresi önemli ölçüde değişti, biz de Yenişehir semtine taşındık. Çok değil birkaç yıl sonra gittiğimde sokaklarında çamur birikintilerinin yüzdüğü, birbirine bitişik apartmanlardan gözün gözü görmediği eski sokağımı bulamamıştım. İnsanın çocukluk sokağını bulamaması bir mini travma, ilkece yerinde duruyorken üstelik. Bu tanıyamadığım karanlık yerde yeni insanlar yaşıyordu. Yeni havalı semtimizdeyse çok tatlı olmakla beraber yer yer pembe şeker yozluğunda, Twitter trolü nihilistliğinde bazı arkadaşlarım vardı. Öğretmenimle de yıldızımız nedense bir türlü barışmamıştı ki nadirdir. “Çalıkuşu’nda şu geçiyor…” diyordum, “o senin yaşına uygun bir kitap değil,” diye hop oturtuyordu yerime. (Ben de ona bayılmamıştım laf aramızda çünkü “Çalıkuşu”nu okuduğuna emin olamıyordum bir türlü.)
Yeni semte taşınmadan önce, göçün başladığı ilk zamanlarda, karşımızdaki iki katlı evin alt katına taşınan yeni komşumuzun kirli bir su içinde bulaşık yıkadığını kapı aralığından şöyle bir görüp anneme “Kürt işte, ne olacak…” demiştim. “Öyle deme kızım, baban da Kürt. Ondan değil, yoksulluktan, bilmemekten işte…” demişti. Şaşırdığımı hatırlıyorum.
Katiyen varlıklı değildik ama varlıklılık bizim için mühim bir kategori değildi. Evin küçük çocuğu olmanın da ufak katkısıyla, bir şeyin yoksunluğunu hatırlamıyorum çocukluğumda. İhtiyaç duyduğumuz şeyler farklıydı herhalde. Sahip olmayı en çok istediğim şey kitaplardı ki evde yeterince kitap olduğu halde mahalle kitapçısına babamın izniyle on yaşında veresiye hesap da açtırmıştım. Rahmetli babacığım suistimali biraz abarttığım bu veresiye işine ses de çıkaramıyordu, “neyse aldığın kitap olsun bari,” diye.
Babam Türkçe’ye çok önem veren bir öğretmendi. Mahallede de, evde kendi aramızdayken de hiç Kürtçe konuşulmazdı ama gelen gidenle konuştuğuna rastlıyordum arada bir. Her haltı bilen zihnim bu konuda ikiyle ikiyi toplamaya hiç gönüllü değildi. Kürt’ü “köyle bağını koparmamış” biçiminde kodlamıştım.
Sonra çok kısa sürede her şey değişti. Hepimiz her şeyi öğrendik. Kürtçe’yi maalesef hiç öğrenemedim. 17 yaşında Ankara’ya gittiğimde yine de çoğunluktan çok fazlasını biliyordum tabii ‘oralarda’ gerçekte olup bitenler hakkında. Çok yakın çevremden birine bir şey olmamıştı ama ölümün bilgisi hep ensedeydi. Eski mahallemizden taşındıktan birkaç yıl sonra camları kurşunlanarak öldürülmüştü veresiye kitapçım. 80 darbesi sonrasında meslekten alınmış bir öğretmen, koca bıyıklı, hüzünlü gözlü, az konuşan, iyi bir adamdı.
Gazi Köşkü’ndeki bir konserde terastan ak saçlarıyla el sallayan Musa Anter’in onu gördükten yalnızca iki gün sonra bir arabadan indirilip sokak ortasında öldürüldüğünü öğrenmiştim. Birkaç yıl içinde sayısız ölüm birikmişti çocuk dağarcığımda.
Ölümü görmeniz gerekmez, bu kadar yakınınızdan geçmiş cinayet ve kıyımın bilgisi zihninizden koparılamaz bir daha. Şehrin o en zor zamanlarında hiçbir çatışmanın ortasında da kalmadım ama silah sesleri bugün hâlâ kulağımda. Taksici (bile) memleketimi sorduğunda tereddütsüz söylememin nedeni başka pek bir yere benzemeyen bu kente duyduğum sevgiyle beraber bu acı ön bilgisine sahip olmanın getirdiği sorumluluk duygusudur herhalde.
Türkçe’ye babamdan ve okuma sevgimden dolayı çok bağlıydım, Türklük fikrine ise özel bir düşkünlüğüm yoktu. Görece geç edindiğim bilgi nedeniyle hiçbir zaman tam Kürt gibi de hissedemedim. Bu garip aidiyetsizlik ya da çoklu aidiyet hissi, ne tam orada ne de burada olup yine de bilme ve hissetme hali, beni ben yapan şeylerden biri oldu sonunda.
Seçimlerden birkaç gün önce söylenen “Kürt de insan” sözü bunları düşündürdü tabii. O yüz yıldır kafalardan silinemeyen “de” ayrımı dün yaşadığımız küçük mucizenin mimarı oldu. Yalandan, tutarsızlıktan, döviz kuru gibi saniyede bir değişen gerçeklikten içimiz solmuşken vakarını, sağduyusunu, aklını, mizahını hiç yitirmeyen Demirtaş’ın çizdiği kızılgerdanın imgesi, bir masal kuşu gibi kondu süngüsü düştü/düşecek omuzlarımıza.
Dünkü sonuçlara çok sevinen %54’ün bir kısmı bir anlığına yaklaşık benim kadar Kürt olmuştur, fark etmese de. Başlangıç kuru pek de zor değil, valla bakın.
Bu seçimlerin en güzel yanı, gerçeğin er geç ortaya çıkma huyunu ne kadar özlediğimizi fark ettirmesi oldu. Sonucu tahmin etsek de bir “ne yapar eder çevirirler” duygusu gelmiş oturmuştu çoğumuzun böğrüne. Umudumuz temkinliydi. Haksızlık, liyakatsizlik, irrasyonellik kural halini aldığında hayal kırıklığı riskini azaltmak için kalın bir tentenin altına gizlenmeyi öğreniyor umut.
Dün kutlamalar için Kadıköy’e gittim. Sıkışık trafikte yandaki araçtan Karadeniz türküleri duyuluyordu, başörtülü bir genç kadın camdan Türk bayrağı sallandırırken İmamoğlu sloganları atıyordu. Kırk dakika sonra aynı çifte rıhtımdaki kutlamalarda Kürtçe bir türküye halayla eşlik ederken rastladım. Seküleri, dindarı, Türkü, Kürdü, Lazı bir şeye karşı birleşti; göz göre göre haksızlığa, bitmek bilmez gerçeklik istismarına. Gezi mucizesi tekrarlandı. O ruh, o tanımlanamaz, zaptedilemez, birleştirici, toplamımızdan fazla olan “şey” geri döndü.
Bunun sihir olmadığını bilirsek, kalabilir de. Ama o “de” ekinin arasına tüm varlığımızla dolmayı beceremezsek gerisi nasıl gelir bilmiyorum.
Aşk gibi barış ve mutluluk imkânları da defalarca gelmiyor insanların ve ülkelerin başına. Başdöndürücü gerçek karşılaşmalar zihnin kirli tutamaklarında bir an soluklanayım demeye kalmadan, kirleniveriyor. Yosunlara ve öğretilmişin tortusuna basıp kayıyor, ezberlerimize düşüyoruz. Bir kuyunun karanlık kaderine bırakılan her pırıltı sönüp gidiyor. Bu sihir değil, mutluluk en doğal hakkımız falan değil. Bu topraklardan geçmiş halkların uğradığı katliamlardan, ölümlerden kaçırdığımız bir yaşam, hapishanelerde haksızca çürüyenler yerine de aldığımız soluk da var her mutlu anın, her şansın içinde. Hoyratça harcamamak gerek.
Bu yazının giriş fotoğrafı Johann Hari’nin Metis’ten çıkan “Kaybolan Bağlar” adlı kitabının kapağından. Hari, depresyonu beynin kimyasal işleyişine dair bir arıza olarak kodlayan çağdaş tıbbın, hayatları antidepresana boğan yaklaşımının yerine, kopan bağları koyuyor. Bunca insanın kendini yalnız, mutsuz, tatminsiz, amaçsız hissetmesinin ardında başkalarıyla, işimizle, hayatla kurduğumuz bağların zayıflığının, “insan ıstırabını hiç anlamayacak kadar kopmuş” kültürlerde yaşıyor oluşumuzun yattığını, oldukça inandırıcı biçimde anlatıyor. “Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse- olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise? Kaybetmekle birlikte hâlâ ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir yas?” diyor. (s. 61)
Yaşadığımızı, soluk aldığımızı hissettik dün, “anlam” geri döndü. Yeniden aşık olabileceğimize, yapıp ettiklerimizin havada savrulmayıp bize yollar açabileceğine inancımız güçlendi. Yediğimiz meyvenin tadını, kokusunu aldık bugün. Ortada bir “biz” olduğunu, yalnız olmadığımızı, “bağın” gücünü hissettik.
Dün her şey çok güzel oldu. Yarın olmaya devam edebilmesi ise Kürt’ün, Ermeni’nin, LGBTİ+ bireylerin, doğduğu yer, olduğu şey nedeniyle zulme, dışlanmaya uğrayan her toplum kesiminin maruz kaldığı “de” ayrımına insanca yerleşmemize bağlı. Başkalarının acılarına gözlerini kapamak yerine hayatlarını başka insanlara adayanların uğradığı türlü haksızlığa da. Yanı başımızdakinin sevinci ve ıstırabıyla gerçek bir bağ kurmayı öğrenebilmemize… “De/da” ekiyle ezeli sorunumuzu çözersek yarın da her şeyin çok güzel olması için de(v) bir adım atmış olacağız.