Yarın 12 Mart. Türkiye’deki büyük kırılma noktalarından biri. Baktığımızda karşımıza çıkan çok hadise var ama bunlardan ikisi çok önemli. İlki, bir dönem aydınlığın müjdecisi: Burdur Milletvekili Mehmet Akif Ersoy’un “kahraman ordumuza” ithafıyla yazdığı İstiklal Marşı, 1921 yılında bugün alkışlarla ve heyecanla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi.
Cumhuriyete giden yolda eksikliği hissedilen unsurlardan biri, millî marş. Bu yüzdendir ki icraatın başında ona önem verilmiş ve bir yarışma açılmış. Okul kitaplarında anlatılanı hatırlarsınız: Mehmet Akif Ersoy, para ödülü olduğu için bu yarışmaya katılmamış ama ısrarlar sonucunda oturup bir şiir yazmış. Kitaplar, şiirin ilk dizesi okunduğu anda bütün milletvekillerinin ayağa kalkarak dakikalarca alkışladığını yazıyor.
Bunda, öncesinde yaşanan kimi hadiselerin de katkısı büyük elbette… Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahların özel marşları var, resmî törenlerde onlar çalınıyor. Ancak geçiş döneminde hangisinin çalınacağı bilinmediği için törenlere katılanların başına gelen enteresan hadiseler var. Beynelmilel bir müsabakada genç Türkiye’yi temsil eden bir futbol takımının bayrağı göndere “Hamsi Koydum Tavaya” ile çektirdiğini, Kaiser Wilhelm Kanal’ın açılışına katılan donanma bandosunun marş yerine bir çocuk şarkısı çaldığını, Birinci Dünya Savaşı bitiminde Almanlarla karşılaşan bir grup askerin onların söylediği “Deutschland Über Alles”e tekbirlerle karşılık verdiğini tarih yazıyor. Hikâyeler arasında en eğlencelisi, Etem Ruhi Üngör’ün “Türk Marşları” adlı kitabında (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1966) karşımıza çıkan.
Naklen aktarayım; “Reşadiye harp gemimizin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere’ye davet edilen Türk heyeti törenin son dakikalarında birdenbire güç bir durumla karşılaşmıştı. Nutuklardan sonra geminin burnunda şampanya şişesi patlatılmadan İngiliz denizcileri kendi millî marşlarını okuyunca bizimkiler de mukabele etmeye mecbur kalmışlardı. Söyleyecek bir millî marş olmadığı için önce birbirlerine bakıştılar, sonra müstakbel çarkçıbaşı durumun önemini hissederek:
– Arkadaşlar, ‘Entarisi Ala Benziyor’u biliyor musunuz?
– Biliyoruz.
O hâlde hep beraber:
– Entarisi ala benziyor / Sultan Reşat bana benziyor…”
İstiklal Marşı 12 Mart’ta kabul edildi ancak bestesi sonradan yapıldı. Bir dönem, Ali Rıfat Çağatay’ın acemaşiran makamındaki alaturka bestesi kullanıldı ama sonradan Osman Zeki Üngör’ün bugün kullanılan “Batılı” bestesine geçildi. Üngör’ün bestesi, hazır bir besteydi: 9 Eylül zaferinden etkilenerek yapılmıştı ve sözsüzdü. Besteci, eserini “Türk atlılarının İzmir’e girişini tahayyül ederek meydana getirdiğini” söylüyor. Mehmet Akif Ersoy’un şiiri, sonradan bu beste üzerine oturtuldu. Bu yüzdendir ki halen kullanılan marşta prozodi hataları var, heceler yerine pek oturmuyor.
Marşın mecliste kabul edilişinin 50. yılında, Türkiye, bir müdahaleyle karşılaştı: 12 Mart 1971’de Türk Silahlı Kuvvetleri, Cevdet Sunay’a bir muhtıra verdi ve hükümeti darbeye zorladı. 50 yıl önce yaşananın aksine bu kez karanlığın habercisi bu. Sonrası hiç de iyi olmadı, çok acılar yaşandı.
Muhtırada, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur imzaları vardı. Öncesinde, Cemal Madanoğlu önderliğinde bir darbe yapılacağına dair istihbarat alınmış, bu darbeye adı karışanlar hızla emekli edilmişti. 9 Mart’ta yapılması öngörülen darbe gerçekleşmedi ama üç gün sonra verilen muhtıra, yönetimin değişmesine sebep oldu.
Darbe bildirisi, o gün 13.00 itiariyle radyodan okundu: “Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…”
Başbakan Süleyman Demirel, muhtıra sonrasında istifa etti. Cumhuriyet Halk Partisi Kocaeli milletvekili Nihat Erim “tarafsız başbakan” olarak atandı, derhal partisinden istifa etti. Erim, tarafsızlığını kısa sürede bozdu ve oklarını sola çevirdi. İlan edilen sokağa çıkma yasağıyla bütün evler tek tek arandı, “sakıncalı” yayınlar toplandı ve bulunduranlar hapse atıldı. Türkiye İşçi Partisi ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatıldı. 14 Ekim 1973’te yapılan ve Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’nin kazandığı seçimlere kadar Erim hükümeti varlığını sürdürdü. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, bu dönemde idam edildi.
12 Mart öncesinde ve sonrasında yapılan çok şarkı var. Öncesine gidelim ve pikabımıza Metin Ersoy’un bir plağını yerleştirelim. Yakın zamanda kaybettiğimiz “Kalipso Kralı”, The Ethiophians’ın bir şarkısı üzerine yazılmış Türkçe sözleri seslendirdiği şarkısı “Her Şey Berbat”ta şunları söylüyor: “Şuraya bak / Her şey berbat / Hâlimize bak / Her şey berbat // İşçi grevde / Memur grevde / PTT idaresi de / Doktorlar polisler de…” Bu durum, onun canını sıkıyor aslında: “Her gün işlerin aksarsa böyle / Hâlimiz ne olacak sen söyle?” Şarkının vurucu noktası şu dizeler: “Kardeş kardeşi vurur / Halka hüzün olur…” Naif, samimi, bir o kadar da endişeli. Dile getirdikleri, Türkiye’de yapılan darbelerin çıkış noktası. Enteresan olan, toplumcu gerçekçi şarkılara pek girememiş grev sözcüğünün bu “pop” şarkısına girmiş olması…
Darbe sonrası yapılan şarkıların ikisi çok önemli: İlki Âşık İhsani imzalı “Mektup”. Doğrudan muhtıra sonrasında yaşananları anlatıyor: “Demem şu ki sevdiğim / Ortaçağdan bu yana / Bana öyle bir ters geldi ki / 71 Mart, Nisan, Mayıs ve sonrası / Yıkılası mahpushaneler / Tıklım tıklım / Evde, yolda, işte, sokakta / On yüz bin adam toplanmakta / Anlayacağın ne kadar / Ben çağımdan / Ve üzerinde büyüyüp / Suyunu içtiğim toprağımdan / Yanayım diyen / Aklı işleyen / Genç, yazar, öğretmen / Sanatçı, işçi, köylü varsa / Ve hatta kim ki okur yazarsa / Şimdi bunlar küme küme / Her yerde / Bahtı kara Türkiyemde / İçeride…” Sadece ölen/öldürülen gençler değil, Deniz Gezmiş ve arkadaşları da var “türkü”de. Elbette umut unutulmamış: “Hiç kuşkun olmasın / Sazıma ve şiirlerime / Başı kör deyimi / Mermi dolu silaha sarılır gibi / Gene sarılacağım / Gene türkülerimi yapıp / Gene haykıracağım!” Bilmeyenler için söyleyeyim: Âşık İhsani, son nefesine kadar türkülerini haykırdı. Son satırda, şu dizenin altını çizeyim: “Faşizm 15 – 16 Haziran’ı olan bir ülkede fazla yaşamaz.”
12 Mart’ta olan biten çok şey var aslında. Yaşananlar, Truman Doktrini’nin kabulünden Gazi olaylarına uzanıyor ama yazıyı uzatmayayım, sözü Âşık İhsani’den alıp bugüne getireyim… 12 Mart 2018, Ahmet Şık ve Murat Sabuncu’nun aylar sonra özgür olduğu ilk gün olarak tarihe geçecek. Ahmet çıktı, yine yazacak. Gerçekleri bıkmadan usanmadan dile getirecek. Darısı Akın Atalay’dan Selahattin Demirtaş’a “içeride” kalanların başına. Bir gün onlar da çıkacak. Bir gün hep birlikte olacağız. Bir gün mutlaka!