Yaş Ahşap

Bugünün insanı kendini geçmişin değil bugünün ve yarının aynasında görmek istiyor, bunun için çırpınıyor. Facebook'un, Twitter'ın işlevi bu. Nasıl göründüğünü çok merak ediyor.

Abone ol

DUVAR - Tarih kendinden beklenen faydaları sağlayarak tarihe karıştı. Fukuyama'nın söylemeye çalıştığı, yanlış ya da eksik de söylese, buydu. 'Tarih'in bundan sonra ancak zararı olabilir. Nitekim hangi “geçmiş” mevzu olursa olsun gündeme geldiği anda kavga konusudur. Bugünün insanı kendini geçmişin değil bugünün ve yarının aynasında görmek istiyor, bunun için çırpınıyor. Facebook'un, Twitter'ın işlevi bu. Nasıl göründüğünü çok merak ediyor. Bilgiye, gerçeğe, sekse değil, görünüşüne meraklı. Yok-yerler'in insanı olduğunun farkında. Bu onu huzursuz da ediyor. Ettikçe de konuşmak için yanıp tutuşuyor.

Dinlemeyi yeniden öğrenmeli, onun da farkında, biliyor. Ama ona bunu kim öğretecek?

Uğultular, Gönül Kıvılcım, İletişim Yayınları, 2017.

Artık bir antropolog-etnolog, tarihle uğraşmayan; tarihsel antropolojiye, ne demekse, bile bulaşmamış olan öğretebilir dinlemeyi/konuşmayı. Tarihten söz ettiğinde olsa olsa “Antropolojik tarih” yaptığını, aslında geçmişi merak etmediğini, geçmiş hakkında (da) konuşma ihtiyacı dışında hiçbir şeye tarih demediğini bilen anlatabilir. Geçmişe doğru küçük meraklarla da olsa dalıp gittiğinde çok geçmeden kızıp kaçtığını, öfkelenip saldırdığını o gösterebilir.

Tarih’in zararları üzerine tekrar düşünürken rastladım Marc Augé’ye. “Kültürler de yaş ahşap gibi ‘çalışırlar’” diyor. Ağaç yaşken eğilir yağmur yağar ıslanır. Tarih geçmişte ıslanan insanları göstermiyorsa, bugün sırılsıklam olanları anlamamıza yardım etmiyorsa kurumuştur. Hadi yakıp ısınalım onunla, bir işe yarayacaksa. Çünkü “Toplumsal olan bireyle başlar; birey etnolojik bakışa değindir” diyor Augé (biz ona Oje diyelim.) Bugün ne olduğunu anlayamadığımız akışkan toplumsallığın yaş bireyleriyiz, arada bir kurulanıp dinlenmeye muhtacız.

DEĞİL Mİ GÖNÜL, DEDİM KIVILCIM'A

Bana Kader’i ve Hazar’ı, antropolojik/etnolojik olanı anlattı. Günümüz romanlarının neden ‘bugünü’ anlatmayı seçtiklerini, düne/tarihe sadece derinlik katmak için mi döndüklerini bir daha sordurdu. Amik Ovası'na inişini, boz bulanık Asi’de yüzüşünü, sonra bir yaylaya çıkışını gösterdi Kader’in. Ovaya yukarıdan bakamazsa, bakıp da göremezse uzak ufkun kirini pasını arındırıp inemezse, atacaktı kendini yardan aşağı.

Yok-yerler, Marc Auge, çev.Turhan Ilgaz, 104 syf, Daimon, 2016.

Yok-yerler ve tapınaklar; seçenekler, yok seçenekler. Aile (ev/evlilik) ulus-devlet (devlet/vatandaşlık) gibi, yok olduğu için varmış gibi çığlık atıyor. Feryadına tutunanlar kayda geçip cüzdanı alıyor belalarını buluyor. Yardan öyle atlıyorlar. Kader’in annesi “samandan yapılmış da olsa her evin aslında bir tapınağa benzediğini” söylerken şikayetçi değildi. Evle derdini evde/tapınakta giderirdi. Ama Kader’in evinde gururunu ayaklar altına alan biri var ve mabedin anahtarı onun elinde. Ya çalmalı uçurumdan atmalı anahtarı, ya da kendini... O bir daha girememeli, onun dışında istediği herkes girebilmeli. Kapı sonuna kadar açık olmalı. Kapı lafın gelişi, diğer bütün adlandırmalar gibi.

Açamıyordu, kasılıp kalıyordu. İlk gireni, girdiği iddia edileni bulursa çözecek, çözülecekti ve bir daha atlamayı aklından geçirmeyecekti. O coğrafyada zakkum bilmeden dikilirdi, Kader’e ise kader diktirmişti, biliyordu. Zakkum hem bezginliğine teselli hem zehrine amade kılandı. Ama gönül ne zehri ne kaderi içmek ister. Kendini, kendini vermeyi, kendini vereni ister.

Uğultular yok-yerlerin, Antakya’nın ve İstanbul’un romanı. Tarih’i tarih dışına atıyor, tarihsiz birey talihini arıyor. Çocukluğumun şehriyle gönlümün şehri arasında dolaşıyor. Asi nehrine bakan ahşap sinemada seyrettiğim 1967 yapımı 'Sevgili Öğretmenim'i/To Sir With Love’ı, o filmde Sidney Poitier’ye nasıl hayran olduğumu hatırlatıyor. Erken ergenliğimin kızışma dönemine rastlayan hiç aklımdan çıkmayan bir sahnesiyle; siyahlar sarışın kızı zorla yatırıp soyuyor ve ‘Bakın gördünüz mü kapısındaki tüyler de sarı” diyorlar. Bu sahne var-yerlerin sonu, hiç düşünmediğim, akıl edemeyeceğim yaş ahşap zamanlar...