Travmaları, özgeçmişleri, aidiyetleri nedeniyle acıyı anlama, mağduriyetle empati kurma becerilerinin çoğu insandan daha yüksek olması beklenen bu türden ünlülerin ipe sapa gelmez, çağdışı beyanlarına maruz kalıyoruz sürekli olarak.
“Sen bana her gün değişik bir kadın getir, ne yapayım Viagra’yı? Ama 50 senelik karımı getirirsen olmaz. Memenin teki bir tarafa düşmüş, öteki öbür tarafa... Gencecik çocuklar Viagra kullanıyor, çok kızıyorum. Ulan ben sizin yaşınızdayken hey yavrum hey! Ne Viagrası?”
Bu sözler bir yerli dizideki Kemalettin Tuğcu kötüsü ihtiyarın, mavi hapı, memesi biplenecek repliklerine ait değil. Pazar günü Posta gazetesinde Oya Çınar’a verdiği röportajda Fedon söylemiş.
İki gündür çok konuşulan bu röportajın bazı kısımları azıcık sağından solundan çekiştirilirse yenilir yutulur halde. Ben en çok bu memeli paragrafa irkildim.
İnsanların böyle yıllarını beraber geçirdikleri insanlar hakkında, uluorta, katı bir şeyi tanımlar gibi nesneleştirici beyanları tüylerimi hep diken diken eder. Bu röportajda tabii esas belli bir tür erkeklik, Fedon nezdinde başrole oturuyor hemen: Sıklıkla “azgın teke sendromu” gibi şirin mi şirin (!) bir isimlendirmeye konu olan, geç yaş erkeklik krizi.
60-70 yaşlarındaki hiçbir kadının “severim, sayarım, çocuklarımın babası” dediği adam için pörsüme odaklı fiziki tarifler yaptığını gördünüz mü? “N’apim ben artık kolları bıngıl bıngıl olmuş, meme yapmış, kaşları Brejnevlemiş, burnu kafam kadar olmuş adamı?” dediğini duydunuz mu? (Burun, kulak gibi, hayat boyu büyümeyi sürdüren bir organ, bildiğim kadarıyla. Her manada.) Ben duymadım valla.
Bu gibi sözlerin kadın versiyonuna pek rastlanmaması kadınların birer melek olmasından kaynaklanmıyor. Erkeğin güzeli, çirkini yoktur; erkek erkektir, kapıda ayakkabısının bulunması bile nimettir, “sinek kadar kocam olsun, başımda bulunsun” tarzı toplumsal cinsiyet kabulleri yatıyor bu durumun altında.
Fedon röportajında “50 yılda aşk mı kalır, ne aşkı hahayt!” diyor. Aşkın, sonrasında sevginin çok daha sürdürülebilir olduğu bir kuşağa ait olduğundan, işin içine ün, para, statünün girmesinin denklemi değiştirdiğini düşünmeden edemiyor insan. Yine de orasını herkes kendisi bilir. Karısına, kadınlara dair tanımları ve erkek olarak 72’sinde kendini koyduğu aşırı ayrıcalıklı yer olmasa, buralara bir şey denemez.
Fedon’a ilişkin hiçbir önyargım yok, aksine “Fedon denize düştüğüne göre yaz geldi” esprisine konu olan o yüksek yaşam sevinçli, ‘Zorba’sal halleri sevimli gelir. Yarı Rum yarı Ermeni bir sanatçı olarak ‘adını’ korumuş, kimliğine öyle ya da böyle sahip çıkmış olması gibi artıları var. Ama otorite ve toplumla uzlaşmakta ünü hilafına gösterdiği bu kırılmaların kadınlara bakışında izine rastlamamak pek fena.
Sadece meme meselesi değil dert, röportajın tümüne hâkim bir gereksiz “hâlâ iktidardayım,” vurgusu var. “Kızımın arkadaşı bile asıldı bana,” var. Hoş “kadınlar benim kartvizitime asılıyor yoksa ne yapsınlar ben g.tten bacaklı Fedon’u” gibi sağduyulu, sözler de ediyor arada. Yine de kızının arkadaşının kendisine asılmış olmasıyla gurur duymadan edemiyor!
Çünkü maalesef hegemonik erkeklik ünle, parayla, statüyle, dünyayı yiyip bitirmeyle doyurulabilen bir şey değil. İlişkilerde yaş farkının erkek lehine fazlaca kabul edilir, yaygın hale gelmesi, mavi hap şikesinin unu eleyip eleği duvara asma sınırını erkekler için 70’lere dek uzatırken genç erkeklerin de maalesef bir miktar hımbıllaşması gibi etkenler de bu durumu destekliyor. Böyle çoktan demode olmuş erkeklik hezeyanları da azalacağına artıyor. Bu anlamda Fedon bir istisna, çıkıntı falan değil. Sadece fazlaca açık, içinden geldiği gibi konuşmuş diyebiliriz. E ama içinden gelende de, büyük sıkıntı var.
Bu Cumartesi yine Posta’da Oya Çınar’a verdiği röportajla Zerrin Özer de sinirleri tel tel etti. Bu röportajdaki, ülkemizdeki kadrini bilemediğimiz büyük özgürlük ortamı ve Twitter’ın kapanması bahsine ilişkin kısımları Ülkü Doğanay dünkü yazısında Adorno’nun otoritaryan karakter araştırmaları bağlamında ayrıntısıyla değerlendirmiş. Ben olay yaratan bekaret meselesine dair bir şeyler söylemek istiyorum.
Zerrin Özer’in talihsizlik demenin biraz hafif kaçacağı sözlerine ilişkin bir yazı yazmakta epey tereddüt ettim, öncelikle. Sebebi, son dönemin “özgürlükler ortamı Türkiye” beyanlarında bulunan ünlülerinden, Hülya Koçyiğit’ten mesela, biraz farklı biçimde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmem. Büyük bir sese ve benzersiz bir yoruma sahip olmakla birlikte sözünü değerli (ve bu bağlamda, zararlı) kılan az çok homojen bir kitleye de seslendiğini söylemek güç. Nerede olursa olsun hep o öyle aslında bir yerde olamamışlık, dünyada yerini bulamamışlık hali hakim Özer’e.
Çocukluğumdan beri dev sesi, iriyarı edası, Janis Joplinsever halleriyle ekranda gördüğüm Zerrin Özer bende hep derinden yaralı, hayata düşmüş bir kız çocuğu izlenimi uyandırdı.
Herkesin bildiği gibi tecavüz mağduru. İlk ilişkisini bir tecavüz biçiminde yaşamış, olay biliniyor, failini açıklamıyor. Güçle ilişkisini bir tür sığınma, röportajın birbirini tutmayan cümlelerinde gözlenen kafa karışıklığını ise bir tür Stockholm Sendromu gibi değerlendirmek mümkün görünüyor. Ama çok ilgilensem de uzmanı olmadığım bir konuda uzun uzun değerlendirmelerde bulunmak istemem. Sadece burada ‘bir durum’ olduğu, meselenin salt çıkar ilişkilerinden kaynaklanmadığı açık görünüyor. Bu kadarını anlayıp hissedebiliyorum.
Ama anlayamadığım şeyler de var, bu satırları okuyan pek çok kişinin de anlayamadığını düşündüğüm. Kız çocuklarının evlenene kadar bakire olmasına dair söyledikleri, en başta…
Böyle büyük bir acının mağduru, tecavüze uğramış bir kadın nasıl olur da bu kadar sorumsuzca sözler edebilir? Kastettiği tabii kız çocuğunun evlendirilmesi olmasa da, ‘kız çocuğu ve evlilik’ kelimelerini nasıl aynı cümlede kullanabilir?
"Tecavüz gibi ağır bir travma yaşadım. Bu yüzden bekaret içimde kalan bir ukde oldu. Tecavüze uğramasam belki de bekarete böyle bir anlam yüklemeyecektim" diyor, açıklama olarak da.
Tecavüze uğrayan şey bekaretiymiş gibi! Tümdengelim, tümevarım, akıl, mantık vicdan toptan çöp. Of of.
Çocuk yaşta evliliklerin hepsinin birer tecavüz olduğu açıkken, bu durum ülkemizde bu kadar yaygınken, her şey çocuk tecavüzcülerinin lehineyken… Bekaret meselesi kadın bedenini erkeğin mülkü haline getirmenin aracı ve başlı başına bir cinayet nedeniyken… Özyaşamsal, özyarasal bir dağınıklık içinde bile olsa nasıl böyle bencilce cümleler kurabilir?
Sesini sevmek görüşlerini de sevmek değildir, denebilir… Bir sahne insanı olarak TBMM’deki anma programında kadın tiyatrocuların sahneden uzaklaştırılmasının onu nasıl olup da hiç ilgilendirmediği sorusu da hadi diyelim, es geçilebilir. Ama erkek şiddetinin izlerini hayatı boyunca taşımış bir kadının bu cümlelerini ne akıl alıyor ne iç kaldırıyor…
Kadınlı erkekli ünlülerimizin bu yaş aldıkça saçmalama, zamanın gerisine düşme hallerinden gına geliyor. Her gınanın üstüne, bir de bu geliyor. Şahıslara dair özel bir beklenti olması da gerekmiyor. Sonuçta hayatlarımızın bir döneminde şarkılarıyla duygulanmış olabileceğimiz insanlar bunlar.
“Ölümden değil bakıma muhtaç olmaktan korkarım, Allah insanı elden ayaktan düşürmesin.” Büyüklerimizden en çok işittiğimiz sözlerden biri, ölüme ve yaşlılığa dair en genel kabul gören sözümüz budur, değil mi? Mütevazı bir hayatın, ele güne rezil ve en yakınlara yük olmadan dozunda mesut bir finale ermesi. Dünyaya kazık çakmadan, parkeleri tırnaklayıp halıları peşinden sürüklemeden bir edebiyle gitme arzusu…
Sözde gelenekle yatılıp ananeyle kalkılan bu yalan zamanların yaşlılığa yaklaşımı pis, habis bir “banane!”den ibaret.
Pek gelenek görenek düşkünü bir insan değilim, tahmin ediyorsunuzdur. Fakat öyle bir pespayelikte debeleniyoruz ki, sık sık nenede dedede gördüğümüz o hayat terbiyesine imrenir halde buluyorum kendimi. Hiçbir zaman çok iyi değildi, biliyorum, yine de yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyleyeyim:
“Kimse açlıktan ölmemiştir,” biraz da bu bilgiyle, açlıktan ölünecek olsa alçalmanın bir sınırı varmış. İkbal uğruna kaş göz yarmanın, aslanın ağzındaki lokmayı kapmanın bile bir edebi, usulü varmış, sanki.
Ne cinselliğin aşkı ne de aşkın sevgiyi doğurduğu bir tuhaf zamana hapsolduk ama esas sıkıntı bu da değil!
Travmaları, özgeçmişleri, aidiyetleri nedeniyle acıyı anlama, mağduriyetle empati kurma becerilerinin çoğumuzdan daha yüksek olması beklenen bu türden ünlülerin ipe sapa gelmez, çağdışı beyanlarına maruz kalıyoruz sürekli olarak.
Yaş almak, deneyim, asgarisinden empatiye, insanlığa dönüşmüyor. İmkanı olan için yaşlanma, koşulları oturmuş bir süzme bencillik halini aldı. Dip olsa yine bir derece, dip yok. Tüm bunlar da toplam karanlığa ekleniyor. Yoksa kim nasıl yaş alırsa alsın, ne derse desin, bize ne? Olan eninde sonunda bize olduğu, bumerang dönüp dönüp alnımıza saplandığı için işte, ‘bize ne’ olamıyor.