Yaşadıklarımıza iki kelam lafı olmayan 'aydınlara' dair…

Elbette elimizde bir “vicdan ölçer” aleti yok ama asgari insan hakları ya da insani değerler üzerinde dahi ortaklaşamamış insanların, sırf edebi dilleri güzel deyip, objektif olma adına onları üst mertebeye koymak, özellikle baskı dönemlerinde daha ağır bir yanılgı olsa gerek. Musa Orhan’ın tahliye edildiği bir coğrafyada, Ebru Timtik adalet talep ettiği için ölüyorsa biz neyi tartışıyoruz cidden?

Azmi Karaveli azmikaraveli@yahoo.com

Bu yazı, aydın/münevver kimdir, ne iş yapar gibi derin mevzulara girmekten imtina eder. Böylesi derin konularda iddialarda bulunmak zaten belli bir had gerektirir. Tam tersine sinir katsayısı gayet yüksek, amiyane bir yazı sizleri bekliyor. Yazı; çağdaş sanat deyince baş aktörlerden, iktidarın liberal can simidi Hasan Bülent Kahraman’ın İBB Kültür Sanat Danışma Kurulu’na seçilmesi ve ardından istifa etmesi, Abdurrahman Dilipak’ın gittikçe meczuplaşması, İsmet Özel’in artan, ırkçı, nefret dolu saçmalamalarının çağrıştırdıkları üzerine, son derece sübjektif değerlendirmelerden ibarettir.

18 yıldır ağır ve kasvetli bir ortamda yaşıyoruz, nasıl bir siyasal zeminde yaşadığımızı tarife hacet yok. Zaten  Gazete Duvar okurları açısından da “Şöyle battık, faşizmin ayak sesleri geliyor, geldi” demenin anlamı pek de kalmadı sanıyorum. Adaleti sosyal medyada arayan ve arada sırada da bulan bir ülkede ne yazsanız aslında suya yazmakla eşdeğer.

Pekiyi, böylesi bir ortamda şunu sormak hakkımız değil mi? Kendini İslami-muhafazakar, hatta iktidar medyasında yazıp liberal olarak tanımlayan, “ben aydınım/münevverim” diyenlerin bunca zamandır yaşananlara iki kelam lafı yok mudur? Karar ya da Serbestiyet yazarlarının sanki 18 yıl önce durum çok farklıymış da sonradan bozulmuş gibi kaleme aldıkları, her daim haklı yazılarından bahsetmiyorum, net, gürce bu yaşananların bir zulüm olduğunu içinizden haykıracak birileri yok mudur?

Oysa kültürel hegemonya kurmak amacıyla, hemen hemen her platformda kendilerini ifade edebilecekleri çok sayıda mecraları bulunuyor, yani konu 20-30 yıl öncesindeki gibi alan bulamamak da değil. Televizyonda 2-3 kanal hariç zaten hepsi iktidarın güdümünde. Gazete ortamı da keza aynı şekilde, “eyyy medya” diye esip gürlemenin anlamı yok, zira muhalif gazeteler bir elin parmağını geçmiyor. Yayınevleri zaten tonla. Dergi ortamı dersen, adeta II. Meşrutiyet dönemini anımsatacak bollukta. Medya üzerine ahkam kestikleri “Küresel Medya” gibi neredeyse 2 kilo gelen devasa bir yayınları var mesela. Eskiden Yeni Gündem, Tempo, Aktüel, 2000’e Doğru gibi haftalık dergiler vardı, bir benzeri ve frekansında bugün tek dergi olan “Gerçek Hayat” var örneğin. Normal yayın yapan radyo kanalından çok dini yayın yapan radyo kanalı var desek abartmış olur muyuz? Aylıklarda durum daha da gırla gidiyor…”Muhit” gibi aylık edebiyat, “Kriter” gibi siyaset, “Z Raporu”, “Ekovitrin” gibi ekonomi, “Ortadoğu Analiz” gibi strateji dergileri mevcut. Yani boş değiller neo-münevverler…Bu dergileri okuyunca neler neler var bilseniz, onca akan suya rağmen hâlâ mağdurlar, hâlâ Türkiye’ye karşı içeriden ve dışarıdan büyük tehdit var, hâlâ medya başkalarının elinde vesaire vesaire. Elbette bunları böyle banal anlatmıyorlar, alıntılar, referanslar, janjanlı terminolojiler eşliğinde… Çünkü onlar “münevver!”

Sonda tekrarlayacağımı buraya ara nağme olarak almak isterim. Çok affedersiniz ama bu ülkede onca yaşanmışlık varken, isyan edecek iki kelam sözünüz yoksa, yemişim ben sizin “muhafazakar” aydınlığınızı… Ebru Timtik sadece adil yargılanma istediği için öldü yaa, iki laf edecek bu cenahtan kimseyi gördük mü? Aksine Twitter’da en üst perdeden “oh oldu” nidaları yükseldi. Yazıklar olsun demeyecek miyiz, demeyecek misiniz?

Oysa bu iktidar döneminde, öyle fazla münevver öngörüsü gerektirmeyen, her kategoriden kendini “insanım” diye tanımlayanın, şayet sistemden nemalanmıyorsa, herkesin rahatça görebileceği kadar çok fena “şeyler” yaşandı, yaşanıyor…Gezi’de yaşandı, Ankara Garı’nda, Suruç’ta katliamlar yaşandı, işçiler patron ihmalleri sonucu öldü, akademisyenler, yazarlar yargılandı, cezaevleri insan kaynıyor, seçilmişlerin yerine kayyımlar atandı, sorumsuz tren kazalarında onlarca can hayatını kaybetti. Açlık grevlerinde insanlar öldü. Barolar yok edildi, sosyal medya yasası çıktı. Bir sürü savaş tezkeresinde gencecik çocuklar hayatını kaybetti. Ülkenin bütün doğal kaynakları beton oldu. Gençlerin gelecek hayalleri işsizlikle yok edildi. Hemen her komşuyla savaş noktasına gelindi…

Liste uzun, pekiyi arkadaş bu yaşananlar olurken bu insanlar neredeydi? Yahu zamanında türban eylemlerine katılan Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek gözünüzün önünde hayatını kaybetti, hiç mi canınız acımadı? “Bu yaşananlar ne İslam’a ne İslam hukukuna sığar” diyen İhsan Eliaçık’ın yüzde biri kadar sözünüz yok mudur?

Kimse kusura bakmasın ama bu yaşananlara iki kelime lafı olmayanlara aydın olarak kabul etmek insanın ağrına gidiyor. Burada, aydın kavramını derinlemesine analiz etmeden önce, insan olup olmamasına bakmaktır aslolan, gerisi hakikaten hikaye. Elbette elimizde bir “vicdan ölçer” aleti yok ama asgari insan hakları ya da insani değerler üzerinde dahi ortaklaşamamış insanların, sırf edebi dilleri güzel deyip, objektif olma adına onları üst mertebeye koymak, özellikle baskı dönemlerinde daha ağır bir yanılgı olsa gerek. Musa Orhan’ın tahliye edildiği bir coğrafyada, Ebru Timtik adalet talep ettiği için ölüyorsa biz neyi tartışıyoruz cidden?

90’larda Dilipak başta olmak üzere panellerde orada burada “İslami aydınlara” sürekli alan açılıyordu, solcular dahil değişik yazılar var diye insanlar Yeni Şafak, Akit okuyordu, İsmet Özellere, Sezai Karakoçlara methiyeler düzülüyordu. Aynı Dilipak, bugün AKP’yi yetersiz buluyor, kadınları “fahişe” olarak tanımlıyor, “eğitime, kültüre, spora karşıyım” diyor.

Zamanında:

“Yaşamak güzeldir

gözlerim daha güzel

gözlerim daha güzel halka bakınca…”

demiş İsmet Özel, kabil olsa bugün Kürtleri sabun yapacak. Zamanında “Medine Sözleşmesi” diyorlardı, “yeni bir akit” kurulmalı diyorlardı, o isimle kurulan gazete şimdi her gün nefret kusuyor. “Bende adalet fikri o kadar kuvvetliydi ki az kalsın kendimi sosyalizme kaptıracaktım” diyebilmiş Mustafa Kutlu, neredeyse her yazısında Kuran’dan ayetler veriyor, ama adalete sırtını çeviriyor. Mehmet Metiner, Alain Touraine 1995’de Türkiye’ye geldiğinde Nilüfer Göle ile birlikte ona eşlik etmişti, şimdi geldiği noktanın hazinliğinden daha öte ne olabilir? O yıllarda “Ele güne karşı yapayalnız böyle de olmaz ki” diyenler, kudretin önünde el pençe divan duruyor, lafın gelişi falan değil, alenen titriyor. Haşmet Babaoğlu, Hasan Bülent Kahraman ve önceleri Ali Bayramoğlu, Eser Karakaş ve daha bilimum zevat da liberal meşruiyet yastığı oldular, bir kısmı olmaya devam ediyor.

Ruşen Çakır, 19 Kasım 2019 tarihli Medyascope yayınında şunları söylemişti: “Evet bir İslami entelijansiya imkânı vardı. Muhalefette iken, dışlanmışken böyle bir hareket vardı. Ve iktidara geldiği zaman bu yapının büyük ölçüde atomize olduğunu ve insanların entelektüel birikimlerini masaya sürerek bunun karşılığında birtakım dünyevi birikimler elde etmiş olduklarını ve elde etmekte olduklarını ve elde ettiklerini kaybetmemek için de her türlü tavize vesaireye yatkın olduklarını görüyoruz. (…)Türkiye’de bir dönem bir iddia ile ortaya çıkan ve gerçekten de birçoğumuzu bir şekilde etkilemiş olan İslami entelijansiyanın, İslami entelektüellerin, hepsi değilse bile istisnaları ayırarak ama büyük bir çoğunluğunun ruhuna bir Fatiha okusak herhalde yeridir.”

Kimseden eline taş alıp İsrail topraklarına atan Edward Sait dirayeti beklemiyoruz, tamam eyvallah ama, biraz insan olun, az buçuk vicdanınız olsun! Bu işlerin sakal bırakmakla olmayacağını Roma döneminden biliyoruz zaten değil mi: “Philosophum non facit barba -Sakal Filozof Yapmaz.-” Bir zamanların mağdurları (o da son derece tartışmalı mevzudur ya neyse, konuyu uzatmayalım) mağrur oldu ve bugün yaşanan mağdur avına ortak oluyorlar, insanlar ölüyor ve onlar susmakla kalmayıp, neredeyse her hafta yaşanan onca felakete, talana methiyeler düzerek sistemin ana dişlisi olarak nemalanıyorlar. İzleyenler varsa Ölümlü Dünya’da Serbest’in sorgu sahnesindeki gibi haykırdığımı hayal edebilirler: Yaşadıklarımıza iki kelam lafı olmayanların bırakın aydınlığını falan arkadaş, yemişim ben insanlığını!

Tüm yazılarını göster