Yasal mermiler ve öfke

Kayıt dışı çalıştırılan, sömürülen ve ayrımcılığa maruz kalan sığınmacı bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesi, ne kaza ne de kader. İktidarın beslediği ırkçılığın tezahürü. Arkasına aldığı gücü çekinmeden, orantısızca kullanan polisin, cezasızlıkla sonuçlanacağına inandığı süreci başlatması kaza olamaz.

Abone ol

Ceren Acer*

Suriye uyruklu Ali El Hemdan, sokağa çıkma yasağında çalıştığı için sokaktaydı ve polis tarafından öldürüldü. Bu cümle, içinde barındırdığı kelimelerden çok daha fazla anlam taşıyor. Yoksul sığınmacılar, kayıt dışı çalıştırılan ve sömürülen işçiler, ırkçılık, polis şiddeti. Bu kavramlar üzerine ayrı ayrı sayfalarca yazılabilir. Bu yüzden, bu kelimelerin yan yana gelme hali üzerinden yazmaya ve açıklamaya çalışacağım. Neden Suriye uyruklu bir genç okula gitmek yerine çalışmak zorunda ve polis şiddetine maruz kaldı?

Hepimizin bildiği üzere; Suriye’den Türkiye’ye gelen kişiler 2011’den bu yana Türkiye’de yaşıyor. Suriye uyruklu kişiler hangi statü ve haklarla yaşamaya devam ediyor? Hukuki karşılığı bulunmayan ‘misafir’ kelimesinin, devlet tarafından statü olarak kullanıldığına tanık olduğumuz günler geride kalırken, Suriye uyruklu kişiler 2014 yılından beri ‘geçici koruma altında’ yaşam mücadelesi veriyor. Ardından akıllara, Suriye uyruklu kişiler gerçekten koruma altında mı sorusu geliyor. İstikrarsız göç politikaları ve uygulamaları bu sorunun cevabını gözler önüne seriyor. Bu cevapları biraz daha açarsak; çok geriye gitmeden, geçtiğimiz Şubat ayında yaşananlar bile sığınmacıların yaşadıklarını özetliyor. Suriyeli sığınmacıları AB’ye karşı koz olarak konumlandıran iktidarın, tek taraflı kapıları açıp, (‘kapılar açıldı’ haberleri ile sığınmacılarda yanlış algı oluşmasında rol alan medyanın da desteği ile) sığınmacıları açlığa, ölüme ve felakete sürüklediğini naklen televizyonlardan izledik. İdarenin hiçbir yasal işlem yapmadan ve ”Yunanistan’a gidebilirsiniz” söylemleri ile yönlendirdiği geri gönderme merkezlerinde tutulan ve/veya kapıların açıldığını duyan binlerce sığınmacı, Pazarkule-Kastanies sınır kapıları arasındaki tampon bölgede günlerce bekledi. Ardından devlet, korona virüsü salgını nedeniyle sığınmacıları, zorla, terk etmeye çalıştıkları ülkeye, hiçbir sağlık taraması yapmadan ve geride barınabilecekleri bir ev ve çalışabilecekleri bir iş kalmamasına rağmen hiçbir destek sunmadan sessizce otobüslerle taşıdı. Tüm bu olup bitenler karşısında Suriyeli sığınmacıların koruma altında olduğunu söyleyebilir miyiz?

İktidarın yerel seçimlerde başarısızlığına neden olarak “Suriyeliler” gösterildi ve ardından, sığınmacılar için zaten var olan ayrımcılık ve nefret dili iyice tırmandı. “Irkçılık retoriğinde en çok kullanılan göçmen unsur, sadece aşağı bir ırka ait olduğu için değil, ayrıca ekonomik ve sosyal faktörler gibi pek çok diğer nedenle bağlantılı olarak dışlanıyor ve nefret ediliyor.” (1) Günümüzde yaşanan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, ülkedeki ekonomik gerilemenin nedenini sığınmacılara yükleyen iktidarın her konuşmasında, sığınmacılar için harcanan paranın dillendirilmesi ve ulusal kimlik vurgusu ile kendini yeniden üretiyor. Üst sınıflar ve iktidar tarafından, alt sınıfa pompalanan ırkçılık; sığınmacıların kayıt dışı çalıştırılmalarının ve ucuz işgücü olarak sömürülmelerinin yolunu açıyor ve meşrulaştırıyor. Bu durumda sığınmacılar, sermayedarın insafına terk edilmiş göçebe proletaryayı oluşturuyor.

Kayıt dışı çalıştırılan, sömürülen ve ayrımcılığa maruz kalan sığınmacı bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesi, ne kaza ne de kader. Yukarıda tariflenen, iktidarın beslediği ırkçılığın tezahürü. Arkasına aldığı gücü çekinmeden, orantısızca kullanan polisin, cezasızlıkla sonuçlanacağına inandığı süreci başlatması kaza olamaz. Ali, polis şiddetiyle öldürülen ilk genç değil. 2002-2019 yılları arasında “Yargısız infaz, dur ihtarı, rastgele ateş açma olayları” sonucu yaşam hakkı ihlal edilenlerin sayısı 1532. (2) Oysa bu ihlaller basında kader ya da kaza olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin; Şırnak'ın Silopi ilçesinde polislerin zırhlı araç ile daldığı evde Muhammet ve Furkan Yıldırım kardeşlerin uykuda öldürülmesine valilik kader demişti. Şişli'de zırhlı polis aracı, oyun oynayan 9 yaşında Suriyeli sığınmacı Raşit Oso’yu öldürdüğünde basına kaza olarak yansımıştı. 12 yıl önce Beyoğlu Emniyet Asayiş Büro Amirliği’nde polis kurşunuyla hayatını kaybeden Festus Okey’in katili bir gün bile cezaevinde kalmamış, kaza olduğu iddia edilmişti. Ali’nin de polis kurşunuyla öldürülmesi ana akım medyada ‘kaza’ diye nitelendirildi. Oysa kaza değil, 3 metre mesafeden hedef alınarak ve kanuni yetkinin aşılması ile cinayet işlendi. İşlenen suçun etkin ve hukuka uygun şekilde soruşturulması ve neticesinde cezasız kalmaması tek başına yeterli değil. Bununla birlikte, münferit olmayan bu cinayetin devamının gelmemesi için polisin orantısız güç kullanmasına neden olan cesaretin sorgulanması da gerekli. Ali’yi sokağa çıkma yasağında çalıştıranlar ve çalışmak zorunda bırakanlar sorumluluk almadan, sığınmacılar ölümüne çalışmaya devam edecek. Sığınmacıları ölüme terk eden ve yaşam hakkı ihlalini örtbas etmek isteyen iktidar, insanca yaşam hakkını savunanlara (kendi jargonuyla) ‘fitneye izin vermiyoruz’ diyerek geçiştiriyor ve susturmaya çalışıyor.

Korunmasız ve statüsüz (mültecilik hakkı verilmemesi) bırakılan sığınmacılar, süregiden salgın günlerinde daha ağır ve tehlikeli şartlarda yaşam sürmeye devam ediyor. Savunmasız ve korunmasız bırakılan çocuklar için bu ülke, gelecek vaat ediyor mu? Tüm bu süreçten en çok etkilenen, en hassas grup olan çocuklar ileride nasıl bir yaşam sürecek? “Çocukların öfkesinden kaçamazsın” repliği ile akılda kalan Les Misérables (Sefiller) filmindeki gibi adaletsizlikle boğuşan yoksul sığınmacılar yaşamak için mücadele ediyor ve aynı zamanda geleceği şekillendiriyor. Ülkece toplumsal hafızamız çok iyi olmasa da geleceği inşa edecek “öteki” çocukların, gençlerin öfkesi hep taze kalacak. Sığınmacı çocuklar, hak ihlalleri silsilesi içinde kaybolup giderken onların öfkesinden kaçmak mümkün olmayacak. “Öfke dönüştürücü öğrenmeyi itelemez. Öfke, beşeri ilişkileri tüketir.”(3) Bunun yerine “ırklaş(tır)manın ötedekilerle ‘birlikte varolmanın’ (being-with others) (Sartre, 1956: 337–408) bir biçimi oluşu üzerine derinlikli olarak düşünmek” (4) bizi farklı bir geleceğe taşıyabilir.

(1) Yılmaz, Fatma, (2008), Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayınları, Ankara.

(2) Av. Dr. M. Sezgin Tanrıkulu, 2002-2019 Yılları Arasında Türkiye’de İnsan Hakkı İhlalleri - AKP İktidarının Hak İhlalleri Enkazı başlıklı Raporu.

(3) Audrey Kobayashi, “Sınıfta Irk ve Irkçılık – Öteden Öfkeyle Bakmak” Fe Dergi 4, no. 2 (2012), 1-10.

(4) Audrey Kobayashi, “Sınıfta Irk ve Irkçılık – Öteden Öfkeyle Bakmak” Fe Dergi 4, no. 2 (2012), 1-10.

*Avukat