Yaşam belki uzun bir caddedir
Elimizin hünerindeki bu akıl almaz yeryüzü üzerimize çökse de; yine yanacak o ocaklar biliyoruz. Bu şehir içimizde yıkılıp gitmeyecek hiçbir zaman; kaybetmedik umudumuzu, kaybetmeyeceğiz!
Gökmen Gül
Yaşam belki uzun bir caddedir her gün filesiyle bir kadının geçtiği / yaşam belki de okuldan dönen bir çocuktur...
Furuğ Ferruhzad
Belki çok klişe olacak ama biliyorsunuz Anadolu insanı genelde misafirperverdir. Ekmeğini bölüşür. Zaten ekmeğini bölüşme duygusu da iyi bir duygudur. Ekmek kadar sıcak gelir o duygu insana. Bir karşılık da aranmaz ekmeğini bölüşmekte. Ve bence bu da bir kültürdür. Paylaşmanın insana verdiği o sıcacık duygunun kültürü desem abartmış olmam sanırım. Bizde eve misafir gelince genelde sorulmaz yemek yer misin diye, sofra indirilir ve nezaketen de olsa misafir yer. Hatta hissettirilmez yemek hazırlandığı; misafir kendini rahatsız hissetmesin diye. Aslında bu bir 'iyilik iyidir' duygusu da değildir, gayet basit insani bir davranış biçimidir. Aile içinde öğrenilmiş değil edinilmiş bir kültürdür. Ben çok farklı yerlerde kültürlerde yaşamama ve bu kültürleri tanımama rağmen, ailem içinde edindiğim paylaşmanın sıcaklığına dair duygumu hiç kaybetmedim. Çünkü böyle edindim ailemde, çünkü zaten böyleydi. Benimkinden ayrı diğer kültürleri daha doğrusu bahsini ettiğim bu anlamın dışındaki davranış biçimlerini ve kültürleri de yadırgamadım.
Depremin ikinci ya da üçüncü günü, Malatya Tevfik Temelli Caddesi üzerinde, benim ailem ile beraber yıllardır oturduğum bu muhitte, evimizin elli metre kadar yakınında gece ilk depremde çöken bir binada onlarca insan vardı enkazda canlı. Madenci olduğum ve ilkyardım eğitimim olduğu için çalışmalara gönüllü olarak katıldım. Aynı zamanda elektrik teknisyeniyim ben. Çinli BSR (Blue Sky Rescue/ Mavi Gök Kurtarma) ekibi ile beraber enkazda idik o gün gece geç saatlere kadar. Türkiye'nin birçok yerinden gelen polis, asker, özel harekat, itfaiye ekibi ve isminin Şeyma olduğunu bildiğim, korkusuzca enkazda Çinliler için çeviri yapan çevirmen kadın canla başla enkazı kazıyorduk. BSR ekibi elindeki teknik cihazlar ile enkazda nefes ve kalp atışlarını tespit etmişti çünkü. Sessizlik diyorduk daha da emin olmak için. Sessizlik!!... Allah aşkına ne olur sessizlikk!... Issız dağlar kadar sessizdik o an. Sessizlik belki de hiç bu kadar anlamlı değildi. Oysa yıllardır geçtiğim yürüğüm bu caddenin bir gün bir can kurtarmak için böyle sessizliğe kesileceğini hiç düşünmemiştim... Herkes olduğu yerde adım dahi atmadan beklerken, enkazda açılan boşluğa doğru sesi gür olan biri bağırıyordu; sesimi duyan var mı, duyuyorsan üç defa vur! Vardı, sesimizi duyan vardı ve üç defa vuruyordu. Dakikalar bile çok önemliydi. Her ses duyulduğunda insanların yüzündeki o yarı ağlamaklı hüzün ve sevinç dolu ifadeyi görüp tekrar kazıyorduk derine. O an düşünmedim sanırım ama şimdi geliyor aklıma. Ümit İlter bir şiirinde yerin altını kazan madencilere dair şöyle diyecekti: "Derine, hep derine kazıyoruz/ Nerede çağımızın o altın kalbi/ Çağımızın o altın kalbini arıyoruz/ Üzerimizde ağır bir yer yüzü/ Gökyüzünden uzakta/ Çok uzakta/ Derine, hep derine kazıyoruz/ .../ Çağ yenmeyecek bizi, yorgun değiliz..."
Üzerinde ağır bir yeryüzü taşıyanlar, şimdi o küçücük delikten yukarı yaşama dair ses verenlerden başkası değildi. Çağımızın altın kalbini, yaşamdan vazgeçmeyen o insanları arıyorduk. Boğazımda bir düğüm vardı o an ama nasıl ifade ederim bunu bilmiyorum. İnsan bunu hak etmemeliydi; insan doğası gereği tabii ki ölmeliydi ve ölecekti, ama bazı haramilerin ceplerini doldurması uğruna böyle bir beton muammasının altında, toz yığınlarının altında ölmemeliydi insan. İnsanın insana yaptığını kimse yapmıyordu yine insana. Bu milyonlarca yıldır ayakta duran yaşlı dünyamızda, hırsına yenildiğimiz ve fark etmediğimiz her şeyin hengamesinde yaşamak ve yaşatmak duygusu dünyanın en güzel duygusuydu ayrıca.
Gece geç saatlerde çalışma devam ederken artçı bir deprem oldu. Enkaz boşaltıldı. Tekrar iştişare edildi ve daha az insan ile daha kontrollü çalışma yapılmasına karar verildi. Çünkü enkaz iki taraftan da çökmek üzere olan ağır hasarlı iki binanın tam ortasındaydı. Çinli ekip ve çevirmen Şeyma Hanım korkusuzca tekrar enkaz yerinde çalışmaya başladı. Kadınların, tabulaşmış olan tüm saçmalıkların aksine ne kadar güçlü olduklarını Şeyma Hanım’ın gözlerinde ve tüm halet-i ruhiyesinde orada tekrar gördüm. Enkazda canı pahasına saatlerdir çalışan tek kadın oydu çünkü. Onu umarım bulup teşekkür edebilirim tüm insanlık adına...
Gece saat iki gibi bir şey yapamadığım için izin isteyip arabama binip enkaz yerinden ayrıldım. Çünkü uyumak ve dinlenmek için 90 km yol gidip ailemin yanına onların daha güvende olduğu dağlık yere varacaktım. Malatya Şeker Fabrikası deposunda erzak dağıtılıyor diye bilgi gelmişti akşam. Ben de burası yol üstü diye birkaç yiyecek şey alayım diye gittim. Şehirdeki eve de giremiyoruz çatıdan çökmüş ve evimiz ağır hasarlı. Gittiğim yerde insanların çok kalabalık olmasa da erzak aldığını gördüm. Ben de yerde bir ton balığı markası görünce konserve ve pratik yiyecek diye aldım. Sanırım 10 ya da 12 tane vardı minik konserveler halinde her paket. Ama firma tarafından çok gönderilmiş tabii. Hani pratik bir yiyecek ve pişirmeye gerek yok. Ayrıca ton balığı ve bunun gibi benzer yiyecekleri de çok bilen biri değilim. Zaten bu kültürde de çok yok bu tür yiyecekler ve evimize alındığını hiç görmedim ben. Belki de bu yüzden gayrı ihtiyari aldım. O sırada biri geldi ufak tefek bir adam, "Burası market mi bakıp alıyorsun" bırak şunu dedi ve sonra çok şey dedi ama hatırlamıyorum çoğunu. Ben de bıraktım ve çıktım hemen. Neye uğradığıma şaşırdım. Çıkarken orada sorumlu bir müdür olduğunu sonradan öğrendiğim birinin ambarın kapısında şahsi jip halindeki aracının ağzına kadar erzak dolu olduğunu gördüm. Kimseye bir şey demeden kendi aracıma bindim ve ayrıldım. Şu insan beyni o kadar müthiş bir şey ki bence dakikalar ve saniyeler içinde çok şeyi bir film şeridi gibi algılayıp düşünebiliyor. O an bütün bu hengame içinde çok şey düşündüm şehirden 90 km dağlık uzak yere aileme doğru yol giderken, ama hatırlamıyorum çoğunu; boğazıma gelip düğümlenen şeyden başka hiçbir şey.
Şimdi kafam birazcık daha sakin. Yerinden yurdundan edilen bir akademisyen var Nevra Akdemir. Şimdi Berlin'de yaşıyor. Deprem olmadan on gün kadar önce onun bir yazısını okumuştum: "Taşrada Bir Kadın Akademisyen Olmak" başlığı ile yazmıştı Akdemir. Şöyle diyordu bir yerde: "İnsan yaşadığı mekânla bağını kaybedince, örneğin anahtarı olmayınca, her zaman geçtiği sokağın pastanesinden fırınından çıkan çöreğin kokusunu almayınca, gölgesine sığındığı ağacı bulamayınca, rengini görmeye hasret olduğu bahçeyi ve çiçeklerini kaybedince, bir sürü duygusunu kaybediyor..." Birkaç gün sonra aynı şeyin başıma geleceğini bilmeden çok etkilenmiştim yazıdan. Akdemir gibi bir sürü duygumu kaybettim mi bilmiyorum, ama ömrümde hiçbir yerde ücretsiz dağıtılan yiyecek vb. olan bir yerde sıraya girmedim. Bu anlamda izdiham olan bir kalabalığın yanından dahi geçmemeye imtina ettim. Burası market mi demek o enkazın altında kalmak kadar ağır bir duygu idi. Oysa daha birkaç gün öncesine kadar koca şehir kendi dinginliğinde, insanların akşam üzeri neşe ile evine döndüğü zamanları yaşıyordu. Ve hiç kimse evlerinin ocaklarının başına yıkılıp, 'burası market mi' diye bir dayatmaya ile karşı karşıya kalacağını bilmeden, aynı sofrada ailecek buluşmanın ve paylaşmanın yani beraber olmanın o müthiş dinginliğini yaşıyordu. Şimdi anlıyorum; hayat bir anda, hiç beklemediğiniz bir anda boşa çıkarır sizi...
Ben birkaç gündür evimizin olduğu cadde ve sokaklara gidiyorum yine hemen hemen her gün. Cadde ve sokaklar enkaz dolu. Polis, askerler ve iş makinalarından başka hiç kimse yok gibi. Şehir boşalmış adeta. Gece olunca daha da kötü bir hal alıyor durum. Çünkü sokak aydınlatmalarından başka binaların evlerin elektrikleri yok. Ve koca caddenin ortasında yol boyu öbek öbek enkaz ve enkaz başında ısınmak için yakılan ateş kümeleri. Hani dağlarda çoban ateşleri yakılır ya öbek öbek, gecenin karanlığında fark edilir görünen her yerden, işte öyle bir hâl... Her yer âdeta hayalet bir yere dönmüş durumda. Bu yüzden iki gündür geceye kalmadan dönüyorum. Bugün yine burada sokak ve caddede dolaşırken Nevra Akdemir'in yazısında bahsini ettiği “anahtarsızlık, yersiz ve yurtsuzluk” duygusunu düşündüm öte yandan. Her akşam üzeri sıcak ekmek alınan fırından çıkan insanların yüzündeki o neşe yok. Daha doğrusu o insanlar yok. Hani Ahmed Arif'in şiirinde bahsini ettiği gibi; Elimizin hünerinde yeryüzü/ Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar/ Bir'e on, bir'e yüz'le akşama gebe/ Şafakla doğan işgücü... yok...
O dolu sofra, gülen anne, çocuklar daha doğrusu elimizin hünerindeki yeryüzü de yok. Ama yine de umudumuzu kaybetmedik. Biliyoruz; yine evlerde ocaklar yanacak, sofralar kurulacak, ışıklar, sarı sıcak ışıklar yine sızacak pencerelerden. Elimizin hünerindeki bu akıl almaz yeryüzü üzerimize çökse de; yine yanacak o ocaklar biliyoruz. Yine sokaklarında kalabalığa karışacağız, sokaklar yine çocuklarla dolacak, yine 'Malatya Malatya bulunmaz eşin' diye türküler söyleyeceğiz... Bu şehir içimizde yıkılıp gitmeyecek hiçbir zaman; kaybetmedik umudumuzu, kaybetmeyeceğiz!
Not: Bu yazıyı yazmama vesile olan, İstanbul'dan fotoğraf sanatçısı arkadaşım Defne Sesin Okay'a bin teşekkürle...