Bir sorum var. Sorum Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve hiç lafı dolandırmadan soracağım: İnsanlar canlı canlı yakılarak öldürülsün mü istiyorsunuz?
Sadece Sayın Cumhurbaşkanı'nın değil bu soruyu duyan herkesin irkilerek “hayır” cevabı vereceğine hiç şüphem yok. Lakin lafla hayır demek yetmez zira “hayır” cevabı bir duruşu ifade eder ve o duruşun gerektirdikleri var.
Neler mi?
Örneğin temel haklar oya sunulamaz ilkesini peşinen kabul etmeyi gerektir bu duruş. İnsanların yaşam hakkının ihlali ile sonuçlanan şiddet eylemlerine karşı tüm bireyleri koruyacak yasaları, uygulamayı gerektirir.
Ve bu zorunluk elbette hukuku tahfif eden beyanatlardan kaçınma yükümlülüğünü içerir. Anayasa'nın 90’ıncı maddesi doğrultusunda uygulanması zorunlu olan İstanbul Sözleşmesi için Anayasa'yı uygulamakla yükümlü bir devlet yöneticisinin kurmaylarına “çalışın, gözden geçirin, halk istiyorsa kaldırın” talimatı verme lüksü olamaz çünkü yetki aşımına girer.
İnsan hakları hukuku çerçevesinde temel haklar, halkoyuna sunulamayacağı için bir Cumhurbaşkanı böylesi talimat verdiği yönündeki iddiaları tekzip etmediği takdirde, onun anayasayı ve hukuku hafifsediği anlayışı yerleşir kamuoyunda. Nitekim öyle de oldu.
İstanbul Sözleşmesi, insan haklarına ilişkin hukuki manzumenin tamamlayıcılarından sayılacak bir uluslararası hukuk metni. Sözleşme şiddeti, insan hakları ihlali olarak tanımlayıp taraf devletlere dört temel görev yükler: Şiddeti önle; şiddete uğrayanı koru; şiddet failini yargıla; şiddeti önleyecek politikalar geliştir. Sorarım size bu dört temel görevin hangisi dine ve kültüre aykırı?
Sözleşmenin imzalanıp onaylanmasıyla Türkiye, bu temel yükümlülükleri yerine getirmeyi taahhüt etmiş oldu. Ancak yaklaşık altı yıldır yürürlükte olan sözleşme ve sözleşmeye dayalı şiddet yasası, etkin uygulanmadı. Etkin uygulanmayışı, şiddetle mücadele alanında görevli kamu çalışanlarının işlerinin ihmaline yol açan kampanyalar ile yürütüldü. Karalama kampanyaları, yargı organını da etkileyerek adaletin tesisini engelledi.
Hak ihlali içeren saldırılarla sözleşmeyi imzalayan siyasetçiler, onaylayan parlamenterler ve parlamentonun tüzel kişiliği hedef alındı. İlgili bakanlara yöneltilen akıl ve mantık dışı ithamlarla siyasi irade, sözleşme ve yasanın uygulanmasını önlemek için zaafa uğratıldı. Bu saldırılar Cumhurbaşkanı'na ve ailesine kadar uzandı. Karalama kampanyasının hedef aldığı siyasetçiler arasından ağız değiştirenler, İstanbul Sözleşmesi karşıtı açıklama yapanlar çıktı.
Yukarıda işaret ettiğim kulis haberi doğrultusunda, saldırıların odağındaki bazı politikacılar gibi Sayın Cumhurbaşkanı da “saldırganlara boyun mu eğiyor, teslim mi oluyor” sorusu cevaplanmaya muhtaç hale geldi. Ancak benim sorum bu değil. İnsanların canlı canlı yakılarak öldürülmesini isteyip istemediği, istemiyorsa böylesi vahşi şiddet olaylarını önlemek için imzasıyla verdiği sözü tutup tutmayacağını merak ediyorum.
Bu ülkede birçok trans birey gibi Hande Kader de şiddet sonucu öldürüldü. Hem de canlı canlı yakılarak öldürüldüğünde İstanbul Sözleşmesi yürürlükteydi. Ancak karalama kampanyası da başlamıştı. Herkesi tahkir ederek hedef gösteren kampanyanın etkisiyle kamu çalışanları görevlerini yerine getirmediği için devlet, verdiği sözlerin hilafına onu şiddetten korumadığı için ağır işkenceyle öldürüldü.
Sözleşmede yer alan toplumsal cinsiyet kavramı ve eşitlik ilkesini milli değerlere aykırı gibi gösterenlerce yürütülen bu kampanyalar İstanbul Sözleşmesi hükümlerini çarpıtmak yoluyla toplumu ifsat ediyor. Toplumu fesada sürükleyen manipülatif iddialar karşısında insan haklarını dirayetle savunması beklenir politikacılardan, yöneticilerden.
Sözleşmenin taraf devletleri, ülkelerindeki tüm bireyleri şiddetten koruma görevini yerine getirirken ayrımcılıktan uzak, eşitlikçi uygulamalara yönelten amir hükmü, kampanyalarda çarpıtılıyor. Bürokrasi, kolluk, yargı ve siyaset bu çarpıtma karşısında direnç göstermekle yükümlü. Çünkü sözleşme her bireyi şiddetten koru derken onlar sözleşmenin eşcinselliği meşrulaştırdığını iddia ediyorlar. Yok böyle bir şey. Şiddetten korumak onaylamak değildir. Ancak sözleşmeye karşı çıkmak devlet, bu bireyleri şiddetten korumasın demektir. Hande Kader’in yakılarak öldürülmesini onaylamaktır. Kadınlar, çocuklar ve LGBTİ bireylerin oluşturduğu geniş kesimin yani toplumun yarıdan çok fazlasının yaşam hakkını, marjinal bir grubun onayına sunmaktır, İstanbul Sözleşmesi karşıtlarına teslimiyettir.
Din, kültür gibi değerler sözleşme karşıtlarınca araç olarak kullanılıyor. Din, kadınların, çocukların, LGBTİ bireylerin erkek şiddeti karşısında yalnız, savunmasız, kimsesiz ve çaresiz bırakılmasını emretmez. İnsanların yakılarak öldürülmesini değil yaşatılmasını emreder din. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunu haiz bir kültür, bireylerin şiddet karşısında yalnız bırakılması için gerekçe oluşturmaz. Ancak çarpıtmalarla toplumu fesada uğratmayı seçenler her türlü tezviratı kullanmaktan da kaçınmazlar bilindiği gibi.
Şimdi gerçekten bir kararın eşiğindeyiz. Devlet adaletle yönetilir prensibiyle mi yola devam edeceğiz ırkçı ve cinsiyetçi politikalarla yönetilen bir ülke mi olacağız? Eğer adaletle yönetmeyi seçiyorsa yöneticiler,bilinmeli ki adaletin temeli eşitliktir. Sosyal varlık olan insanın, toplum hayatındaki varlığını cinsiyetiyle değil salt insan haklarıyla eşit kabul etmek anlamına gelen toplumsal cinsiyet eşitliği, bu adaletle yönetme yükümlüğünün ayrılmaz parçası olarak görülmeli. Cinsiyetçi, erkek üstünlüğünü temel prensip kabul eden yönetim anlayışları tıpkı ırkçı yönetim anlayışları gibi topluma zulümdür. Bilindiği gibi “zulm ile âbâd olanın akıbeti berbâd olur” uyarısı de kültürümüze ait.
Baştaki sorum baki ve zulm ile adalet arasındaki seçim de iktidarın elinde. Toplumun yarıdan fazlasının şiddetten korunması, yaşam hakkının güvence altına alınması mı yoksa insanlık, akıl ve mantık dışı hezeyanlarla şiddeti pekiştirmek isteyenlerin evhamları mı siyasete yön verecek, görelim.