Monocle dergisi 2015 yılından bu yana “Quality of Life” isimli birkaç gün süren bir konferans etkinliği düzenliyor. Daha önce Lizbon, Viyana, Berlin, Zürih, Madrid, Atina, Paris ve Münih’te düzenlenen bu konferansın bu yılki edisyonu 10-12 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek.
İçinde bulunduğumuz dijital çağda basılı yayınları ayakta tutmanın ne denli zor olduğunu hepimiz tahmin edebiliriz. İnsanlara haber ulaştıran günlük gazetelerin yanı sıra, belirli uzmanlık alanlarında derinleşme sağlayan dergilerin oyun alanı günden güne daralıyor.
Kişisel yaşantımda kitapların olduğu kadar dergilerin de yeri büyüktür; deyim yerinde ise tam bir dergifil sayılırım. Bu alışkanlığımı pek çok özelliğim gibi aileme borçluyum. Ankaralı memur bir aileye mensup olan yaşantıma günlük gazetelerin yanında siyasetten güncele pek çok dergi düzenli olarak girerdi.
Türkiye’de basın yayıncılığın 90lı yıllara dek çeşitliliği bir hayli çoktu. Aktüel, magazin ve siyasi alanlarda büyük çatılar altında bulunmayan irili ufaklı yayınlar toplumun kültürel inşasına katkı sunuyordu. Çeşitlilik çok seslilik getiriyordu. Günümüzde basın ve yayıncılık pek çok alan gibi tekelleşmiş, bu haliyle de bir bakıma – en kibar hali ile - teksesleşmiş durumda.
Kağıdın, mürekkebin, iş gücünün, elektrik faturasının ezici masrafları karşısında pek çok yayın teknolojinin sunduğu pratikliğe sığınıyor ve hiç değilse yaşamlarına bu şekilde devam edebiliyor. Haber alma hakkımıza hizmet eden gazetelerin pek çoğu artık sadece dijital ortamda yayınlanıyor; ben de sizlere yıllardır her pazar çeşitli dijital platformlardan ulaşıyorum. Günümüz şartlarında basılı gazete ve dergi yayıncılığını sürdüren tüm kuruluşlar ve insanlar, bilin ki çok külfetli, getirisi son derece az olan ve pamuk ipliğinde bir işi yürütüyorlar. Kültür, sanat, edebiyat, müzik, mimarlık, reklamcılık, pazarlama, dekorasyon alanlarında kimi yayınlar dirençle yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu yayınların emektar editörleri, çalışanları yurt dışında üç beş kişinin yaptığı işlerin yükünü omuzlarında taşıyorlar. Her biri birer kahraman.
Geçtiğimiz hafta sizlere bahsettiğim üzere, aynı radyo yayıncılığı gibi bu yayınların her biri takipçilerinin nefesi; yaşamına veda edip de kapanan her bir yayının ardından epey bir üzüntü çekenlerdenim; aynı şekilde yeni bir mecra ortaya çıktığında da bir o kadar seviniyorum.
Türkiye’nin sınırları dışında artan maliyetler ve teknoloji baskısı gibi genel sorunlar aynı olsa da kültürel anlamda yayıncılık açık ara daha iyi bir durumda seyrediyor. Dijitalleşen gazeteler bu ortamın gerekliliklerine çok iyi adapte olabilmiş durumdalar. Sesli, görüntülü farklı içerikleri mobil cihazlara uygun uygulamalarla sunuyorlar; belki bu biçimde okuyucu bakımından da çok geniş kitlelere hitap edebilir hale gelmiş durumdalar. Örneğin 1925 yılından bu yana yayınlanan ve benim de 90'lardan bu yana takipçisi olduğum New Yorker dergisi bu dönüşümü en başarılı biçimde gerçekleştirenlerden biri.
Yayınlandığı ilk günden bu yana takip ettiğim ve bundan da bir hayli keyif aldığım diğer bir dergi ise Monocle. Tasarım dünyasının yakından tanıdığı Tyler Brûlé tarafından kurulan bu yayın ilk kez 15 Şubat 2007 yılında Londra’da yayınlandı. Yılda 10 kez yayınlanan derginin her bir edisyonu mobil yaşayan, çağdaş, kentli, dünya insanlarına hitap ediyor.
Yıllar içinde sadece bir dergi olmanın ötesinde sunduğu video içerikleri, podcastleri ve radyosu ile artık her alandan takipçilerine ulaşan çok yönlü bir yayın organı Monocle. Yayınların içeriği kent, ulaşım, ülkelerin insan profilleri, siyaset, iş yaşamı, mimarlık, sanat, tasarım, kent yaşamı, gastronomi, seyahat gibi çağdaş yaşamla ilgili hemen her alanı kapsıyor. Dergiyi okumak, yayınlarını dinlemek ve izlemek bir süre sonra bir tür alışkanlık haline geliyor; iyi tasarlanmış, editoryal anlamda iyi hazırlanmış, iyi kurgulanmış bu yapının en büyük özelliği ise bana göre gösterdiği tüm gelişimine rağmen radikal anlamda değişim göstermemesi. Kapağından metinlerine, görsel illüstrasyonlardan çeşitli ve farklı bölümlere dek hemen her şey geçen yıllar içinde bir tanıdıklık hissi veriyor. Her bir yazarın, sunucunun kendi tarzı ve tavrı var. Olaylara, konulara değinilirken doğrudan direkt ve objektif bir yaklaşım sunuluyor. Yayın bu ve pek çok başka özelliği ile birlikte bir duruş sergiliyor; ve bu duruş yayıncılık adına kalite standartlarını epey yukarı çekti; bizlere hep oradan aynı kalite ile sesleniyor.
Latince tek gözlü anlamına gelen monoculus kelimesinden türeyen monocle, tek camlı ve çerçevesiz gözlüklere verilen isim. Eskiden sadece önemli görevlerde bulunan kişilerin ve din adamlarının kullandığı bir eşya imiş. Sadece bu kişilerin toplumda daha çok okuyan araştıran kimseler olmalarından ötürü daha çok onlara atfedilen, bir bakıma yaşlılığın simgesi de sayılabilen bir nesne olarak kabul edilirmiş. Gözlüğün, yani göz önünde kullanılan iyileştirici merceklerin tarihi antik Mısırlılara ve Yunanlılara dek uzanıyor ama monocle kullanımı ancak 1830'lardan itibaren bir statü eşyası olarak yaygınlaşmış; farklı tasarımların ortaya çıkması ile moda anlamında bir tamamlayıcı nesneye dönüşmüş. Bu tek çerçevesiz merceğin zinciri, eklenen ikinci cam ve bu iki camı buruna oturtan metaller, tek taraftan eklenen bir tutma çubuğu – ki bunların mücevherlerle de bezendiğini görebiliyoruz- ve son olarak bildiğimiz anlamdaki gözlük formunun ortaya çıkması bu eşyanın evrimini oluşturuyor. İsmini bu eşyadan alan dergi, olaylara yakından, derinden veya bambaşka perspektiflerden bakmayı kendine ölçüt belirlemiş; biz okuyucularına bunları sunuyor.
Kurulduğu günden bu yana yaşamımın bir parçası olan bu periyodik, bir bakıma yaşam kültürümüzü şekillendiriyor. Bize en yaşanır kentleri içindeki Starbucks sayısına göre sunan, ülkelerin siyasi gündemlerine hızlı bir bakış attıran, seyahatlerinizde en iyi ayak masajını hangi havalimanında alacağınızdan tutun de en iyi yemekleri nerede yiyeceğinize kadar sıralayan bu yayın kuşkusuz herkesin zevkine hitap etmiyor. Derginin kurucularının zevki doğrultusunda yaratılan bu konseptin tasarımı, yalın, az, öz ancak nitelikli bir yaşam şeklini benimseyenler için bir vaha. Marka zaten kendi tasarladığı ve ürettirdiği çanta, giyim eşyası, aksesuar ve kitap gibi ürünlerle de bu vaadini sürdürüyor. Hayata merhaba dediği Londra başta olmak üzere dünyanın pek çok kentinde yer alan monocle cafeleri ve dükkanları, türünün ilk örneklerinden biriydi. Hatta bunlardan biri bir süreliğine İstanbul’da da açıldı ama dürüst olmam gerekirse yayının sahip olduğu vizyona hiç yakışmayan bir ortamda ve şekilde açılan bu noktanın zaten kısa ömürlü olacağını uzaktan üzülerek izlemiştim. Türkler olarak girişimci ve maymun iştahlıyız ve gördüğümüz her şeyi içselleştirmeden, özümsemeden istiyoruz; ne varki zeminsiz binalar çökmeye mahkumlar. Monocle shop’un Türkiye macerası da hatırlanmayacak kadar kısa olmuştu ancak dergi gittikçe azalan noktalarda satılmaya devam ediyor; biraz geriden de olsa takip etmek mümkün olabiliyor.
Monocle dergisi 2015 yılından bu yana “Quality of Life” isimli birkaç gün süren bir konferans etkinliği düzenliyor. Daha önce Lizbon, Viyana, Berlin, Zürih, Madrid, Atina, Paris ve Münih’te düzenlenen bu konferansın bu yılki edisyonu 10-12 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek.
Yayın bu konferansların amacının fikirleri paylaşmak, bilinçli bir dünya görüşünün oluşmasına katkı sunan çeşitli tartışmaları alevlendirmek olduğunu belirtiyor. Cesur düşünürler, yaratıcı yetenekler, endüstri liderleri ile bir araya gelmenin yaratacağı enerjiye ve buna ayrılan zamanın değerine dikkat çekiyor. 20'den fazla konuşmacının katılacağı bu 3 günlük buluşmayı 200'den fazla uluslararası izleyici takip edecek; bir bakıma dünyanın kültür öncüleri İstanbul’da buluşacak. Tanışıklıkların, yeni fırsatların ortaya çıkacağı bu konferans yaşamımız, yaşadığımız ev, kent, sosyal çevremiz ile ilgili yani çok yakın çemberimizi ilgilendiren pek çok alanda yepyeni fikirler sunacak ve eminim ufuk açıcı olacak.
Monocle, İstanbul’a yabancı değil. İlk İstanbul Tasarım Bienali’ni hazırlarken ona kucak açan mecralardan biriydi ve İstanbul’un yaratıcı potansiyeline karşı bu ilgisini hiçbir zaman bırakmadı. Kentte yaşanan sosyal ve siyasi olaylara hiçbir zaman kayıtsız kalmayarak sayfalarında, videolarında, radyosunda yer verdi. İstanbul’un kaosu, kentin dinamizmi Monocle’ın çağdaş, hareketli ve dünyalı bakış açısına uymakla yetinmiyor ilham da veriyor. Geçtiğimiz yıllarda Eskişehir’de açılan OMM vesilesi ile buraya gelen dergi editörlerinden biri ile Bilgi Üniversitesi’nde buluşmuş ve tam da bunları konuşmuştuk.
Bilirsiniz tasarımdan bahsettiğim her seferinde bu işin insanın (ve gezegenimizin) yaşam kalitesini arttıran bir bilinç olduğundan söz ederim. Tasarım bir lüks değil; demokratik bir haktır diye eklerim. İnsanca, belirli bir kalitede yaşamak tüm toplumların hakkı. Dünya, tarihinde hiçbir dönemde bu kaliteyi tüm insanlık adına tutturamadı. İnsanlar bir yana, gezegenin yaşam kalitesi de bilinçsizce yürütülen yaşam alışkanlıkları ile düştü ve tehdit altında kaldı. Endüstrileşmenin yan etkilerinin, artan popülasyonların, bilinçsiz tüketimin, kontrolsüz yapılaşmanın, gittikçe güçlenen kapitalin gölgesinde, yaşam kalitemizin hayallerimizdeki gibi olmadığını sanıyorum hepimiz açıkça söyleyebiliriz. İnsanlık sahip olduğu kaynaklarla, geliştirdiği teknolojilerle, yaratıcı aklı ve gücü ile çok daha eşit, adil ve refah içeren bir yaşam sürebilecekken, maalesef gerçek koşullar böyle değil. Böyle olmadığı gibi gittikçe artan baskıcı rejimler, totaliterleşme, savaşlar, salgınlar, teknoloji oligarkları ve benzen pek çok olumsuzluk yaşam kalitemizi de dünyamızı da epey zorluyor.
Bütün bunlar olurken Monocle tarafından ortala atılan ve her yıl kentler arasında derecelendirme yapan yaşam kalitesi endeksi daha da önemli oluyor. Çünkü böyle bir ölçümleme insanları farkındalığa davet ediyor; kentler arasında iyiye doğru bir rekabet oluşturuyor.
Bu “yaşam kalitesi endeksi” anketindeki kriterler güvenlik/suç, uluslararası network kapasitesi, iklim/güneş ışığı, mimari tasarım kalitesi, toplu taşıma, tolerans, çevre duyarlılığı, doğaya erişim, kentsel tasarım, iş imkanları, proaktif politikalar geliştirme becerisi ve sağlık/ bakım olarak sıralanıyor. İstanbul bunların tümünde büyük eksiklikleri olan bir kent olmakla birlikte özellikle son 6 yılda yeni belediye başkanlığı döneminde kamusal alana kazandırılan yapılar, kültür ve sanat kuruluşları, sosyal ve kültürel etkinlikler ve yurtdışı kuruluşlarla sağlanan iş birlikleri ile yeniden küllerinden doğmak için – tüm baskılara rağmen- diretiyor.
Zaten ne olursa olsun hep savunduğum gibi kentlerin bir simyasi bir ruhu vardır; İstanbul tüm çabalarımıza rağmen, ona sapladığımız tüm hançerlere rağmen asaletini, ruhunu ve büyüleyiciliğini koruyor; sanırım onu tarihten bu yana en çekici ve paylaşılmaz yapan en önemli özelliği de bu.
Kendi adıma Monocle kültürünün bir kez daha kentimizde konuk olmasından oldukça mutluyum ve Ekim ayını heyecanla bekliyorum. Bu girişim için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ve katkı sunan diğer tüm paydaşlara şimdiden bir teşekkür iletiyorum.