“Bir şiir yüzünden hapis yatmak”tan
“bir şarkı yüzünden dil koparma”ya kadar geldik;
atasözüne tutuklamaya, sürekli “haddini bil”
diyen, tehdit eden “demokrasi sevdalıları” yaratmaya!
Bir süre demokrasi, hoşgörü, çoğulculuk, hürriyet gibi kelimeler
tüketildikten sonra, epeydir hoş geldik tüketici fiyatların,
tüketen bedellerin, tükenmeyen tehditlerin ülkesine.
Bir dönem, “öteki yüzde 50”ye karşı
“eldeki yüzde 50”nin “evdeki yüzde
50” yapılması için, her türlü açılımdan
ve herkese açık balkondan hızla uzaklaşıp hiddeti araç yapan bir
yol benimsenmişti.
Etkili de oldu.
Daha fazlasını istemek yerine, eldeki oylara çimento dökülüyor,
betonlaştırılıyordu.
Hiddet şimdi başlı başına amaç, çünkü beton da çatladı!
Yüzde 50 yüzde 50 değil artık.
Kalanların tümü de Sezen’e nefret duymuyor; esas kendi başına
gelenlere sıkılıyor, evladı için üzülüyor, işinden, aşından olma
korkusuyla yaşıyor, ekmeği küçülüp faturası büyüyor, bir
“azınlık-azgınlık ekonomisi”nde tüketilen tüketici
olduğunun farkına varıyor.
Ekmeği, emeği kopuyor, umudu kopuyor, geçim yükü altında beli
kopuyor!
Elli idik, döndük yüzde 30’a, hadi 30’ların az üstü olsun!
Şu andaki “Hiddet ve adeta şiddete davet”
politikası, yüzde 30’u bilemeye dönük ve o yüzden daha
tehlikeli.
Yüzde 30 da öyle taşa sürtülerek bilenmese de hep taştan daha taş,
hep bileyliden de daha keskinleri çıkar bu ülkede.
Nitekim hangi günümüz yastan çıkabiliyor ki, hangi günümüz
dersten kaçabiliyor ki.
Bak dün Uğur Mumcu. Evinin önünde aracına
bombayla,
Bak dün Gaffar Okkan ve polis memurları. Yoldan
geçerken açılan ateşle.
Önceki gün Hrant Dink. Ondan hemen önce
Metin Göktepe. 1 Şubat dedin mi, Abdi
İpekçi.
Hedef gösterilenlerden, hedef alınıp öldürülenlerden,
katledilenlerden, bilinenlerden ve unutulanlardan bir takvimimiz
var. Yaprak yaprak koparsan da, dönüp yine kan ağlıyor, o kandan
kayıplardan inadına çiçek de açıyor.
Fatma Girik 30 yıl önceki madenci yürüyüşünde
koluna girdiği Uğur Mumcu’nun yine koluna giriyor, tam öldürüldüğü
günün yıldönümünde.
Gidiyor yanlarına, en önde megafonla yürüdüğü 1977 yürüyüşünde
Tarık Akan ve Kemal Sunal’la
birlikte yine sansürü protesto ediyor.
Bu insanlar bu toprakları güzel okuyan, güzel dokuyanlar.
Bunlara karşı hiddetin, şiddetin, nefretin ateşine odun atmak, bunu
“hassasiyetler” üzerinden yapıyor görünmek ve infazı çağrıştıran
sözlerle bezemeye varmak için, 20 senenin uvertürünü “demokrasi,
özgürlük” vaatleriyle yapmak da zahmetli olmuştur!
Bundan tam 13 sene önceydi.
Abdi İpekçi’nin öldürülüşünün tam 30’uncu
yıldönümüydü.
Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün 16’ıncı yıldönümünden bir
hafta sonraydı.
Devrin Başbakanı, “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü
kendi eliyle Çetin Altan’a verirken şunları
söylemişti:
“Üzülerek söylemeliyim ki yakın tarihimizde düşüncenin
serüveni meşakkatli bir yolculuk olmuştur.
Farklılıkların kabulü kolay olmamış, kemikleşen önyargılar,
tahammülsüz anlayışlar düşünceyi ağır şekilde cezalandırmış ve
bedelini bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır.
Bu yolcukta direnç gösteren, bedel ödemek pahasına düşünce
sevdasından vazgeçmeyen, otoriter anlayışlara boyun eğmek yerine
gerçeği söyleyen aydınlarımızın, yazarlarımızın öncülüğü büyük önem
taşıyor.
Hiç kuşkusuz onlardan birisi Çetin Altan’dır.
Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol
alamayız.
Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı
gerçekleştiremeyiz.
Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya, en azından
anlama çabasına mâni olmamalı.
Demokrasinin temeli tahammül duygusudur.
Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki, Türkiye ne Çetin
Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden
bir Türkiye’dir, ne de Nâzım Hikmet'i 12 yıl boyunca hapishanelerde
tutan Türkiye’dir.”
Ben iyisi mi Kültür Bakanlığı da yapmış olan Ömer
Çelik’e sorayım.
Ne de olsa son olarak “Nefret söylemi, gücünü söyleyenden
çok destekleyenlerden alır. Nefret söylemine destek verenler ve
sessiz kalanlar, nefrete yatırım yapanlardır” dedi.
Ne de olsa biyografisinde “gazeteci” de
yazıyor.
Ne de olsa bir zamanlar Yeni Şafak ve Sabah’ta içtenlikle
“demokrasi, çok seslilik, vicdan” yazıları yazıyordu.
Ne de olsa bir merhabamız vardı.
Sayın Çelik, yukarıda 1 Şubat 2009’da başbakanınızın söylediği
sözlerden bugüne nasıl, neden, ne için ve esas nereye gitmek üzere
geldik?
Hem yukarıdaki o sözleri hem bugünküleri alkışlamak, savunmak zor
değil mi?
Çetin Altan, öldükten bir yıl sonra, oğullarının hapsedildiğini
görecekti!
Nâzım Hikmet, kendisini 1938’de cezaevine koyup
“12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye”yi 2022 yılında da
böyle bulacak ve belki de yılları bugünden sayıp diyecekti ki:
“Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında (84) kere
döndü dünya
Ona sorarsanız: Lafı bile edilemez, mikroskobik bi
zaman...
Bana sorarsanız: (84 senesi ülkemin)”
Ve o mapusluğun orta yerinden eklemiş olacaktı:
“Meydan yerinde kampana vurdu.
Nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz:
8 yıl...
Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim.
Yaşamak, seni sevmek gibi ciddi bir iştir.”
Öyledir yaşamak, yaşadığın sürece!
Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan da yol alamayız
ki bunu da söyleyeyim, o da sevmek gibi ciddi bir iştir.