Yaşamayan mekân, ölü insan
László F. Földényi'nin kaleminden "Yaşayan Ölümün Mekânları: Kafka, Chirico ve Diğerleri" Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından okurla buluştu. Földényi, "Yaşayan Ölümün Mekânları: Kafka, Chirico ve Diğerleri"nde, Rönesans resimlerinden Nazi Almanya’sının şehir planlarına, Giorgio de Chirico’nun gerçeküstü resimlerinden Franz Kafka’nın bürokrasi mekânlarına uzanan bir yolculukta, Batının “ideal şehir” hayalinin izini sürüyor.
László F. Földényi’nin Yaşayan Ölümün Mekânları: Kafka, Chirico ve Diğerleri adlı kitabı, Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından, Emre Güler çevirisi ile basıldı. Kitap Francesco di Giorgio Martini’nin “Mimari Manzara” adlı resmi hakkında değerlendirmelerle başlıyor. Földényi’nin düşüncelerine geçmeden önce resmi incelediğimizde kusursuz bir kent tahayyülü görüyoruz, her şey birbiriyle uyumlu ve biçimlenmiş “ideal bir kent”. Daha dikkat çekici olan ise yaşam izine rastlamıyoruz, sadece bir panjur açık onun dışında tam anlamıyla donmuş, ne insan ne de insan dışı herhangi bir canlılık yok. Földényi’ye göre: “Şehir gayet ‘tanrısal’ bir etki bırakabilse de, bütününün yine de muazzam bir bunaltıcılığı var.” Çünkü yaşam yok, bir anlamda biçim yaşamsal olanı yutmuş. Evet bir şehrin inşası için insanlara ihtiyaç vardır, bu şehir insanın kanıtıdır ama burada insan âdeta düzenin içinde kaybolmuştur. Bu bir anlamda Michel Foucault’nun söylediğini hatırlatıyor, “Denizin sınırında bir kum gibi kaybolan insan”, biçimlenmiş, tüm “anormallikleri” törpülenmiş, tek tip, gözetimin ve denetimin esiri olmuş bir tür. İnsanın izinin olduğu ama canlılığının hissedilmediği “ideal şehrin” hissettirdiği gibi.
YAŞAYAN ASLINDA ÖLÜM
Földényi "Mimari Manzara" resmiyle başladığı eleştirisini Kafka’nın metinlerindeki mekânlardan, Nazi Almanyası’nda şehir planlarına, Giorgio de Chirico’nun resimlerinden, Bentham’ın panoptikonuna kadar geniş bir çerçevede ele alıyor. Bu anlamda Yaşayan Ölümün Mekânları: Kafka, Chirico ve Diğerleri adlı kitap "ideal şehir", "ideal birey", "ideal toplum" ve yaşam arasında farklı disiplinlerden metinleri bir araya getirerek bağlantı kurmaya çalışıyor. Yukarıdaki resimde yaşam belirtisi olarak görülebilecek tek şey resmin sağında gördüğümüz açık panjur. Földényi bunu şöyle yorumluyor: "Bu kozmik kayıtsızlık resimden taşmaktadır. Her şey sterildir; taş ve mermerden yapılmış, düzenli ve sıralıdır. 'Birdenbire büyük, kare şeklinde bir şehirde buldum kendimi. Tüm pencereler kapalıydı. Her yere sessizlik hâkimdi.' Giorgio de Chirico, bunu 1911 yılında bir rüyasında görmüştü. Belki de o anda, Martini’nin şehrindeydi. Sağ taraftaki apartmanın birinci katında yer alan, yarı açık bir panjur dışında burada da tüm pencereler kapalı." Bu açık panjur, resmin yarattığı ideal ve tanrısal havayı bozuyor, düzen bozucu bir yan barındırıyor. Burada yazarın Chirico’dan söz etmesi de belki onun sürrealist ve bilinçdışına, rüyaya gönderme yapan resimlerinde benzer bir izlek bulması; düzeni bozan açık pencere. Földenyi, sonrasında şöyle devam ediyor: "Bu açık panjur ürkütüyor. Hatta bir suça işaret ediyor bile olabilir. İnsan, onda yaşam belirtisini, yok olmuş yaşamın belirtisini keşfediyor. Resme uzun uzun baktığımda ve bir de bu açık panjuru düşündüğümde, meydan yavaş yavaş insanlarla dolmaya başlıyor. Yaşamayan, ancak ölü de olmayan insanlarla. Yaşayan ölülerle. Bir Kafka öyküsünün kahramanı olan, yaşayan ölü olarak yeryüzünde dolaşan Avcı Gracchus gibi." Öyküde "Avcı Gracchus" bir keçiyi kovalarken kayalardan aşağı düşüp ölmüştür, bu öyküde yeryüzünde kalan ama yaşamayan bir karakter profili çizer Kafka. Bu “ideal kent”in yaşayanlarını bu nedenle"Avcı Gracchus"a benzetiyor Földényi bana kalırsa, yaşama dair bir canlılık hissi duymayan ama yaşadığını sanan ölü insan tahayyülü. Bu bürokrasinin hâkim olduğu her şey biçimlenmiş bir hayatın yaşayıcısı olan, kurumların güdümünde bir hayatın esirinin, modern öznenin tasviri aynı zamanda.
İNSAN DIŞI DA YAŞAMSIZ
Francesco di Giorgio Martini’nin resmi üzerinden devam ediyor Földényi: “Tüm izler, yaşayan yaşamdan yoksundur. Sağ tarafta görünen tek yeşillik de herhangi bir bitki örtüsünün yokluğunu daha da fazla vurgulamaya hizmet etmektedir. Ezelden beri burada hiç kimse varolmamıştır. Taşların ve evlerin duvarları bitkilerce kuşatılmamış, sütun kaideleri yabani otlarla sarılmamıştır. Burada yaşayanlar her şeyi derli toplu tuttuğu için değil, bitki örtüsü de bir yaşam belirtisi olduğu için.” Yaşam belirtisi olan bitki örtüsü kendiliğinden bir şehirde veya başka bir yerleşim yerinde yaşam alanı bulabilmeyi içerir bana kalırsa. Bu resimde gördüğümüz sağdaki tek yeşillik de yaşamsız bir duruma gönderme yapar, ideal şehirde sadece insanlar değil bitkiler de bir biçime göre belirlenmiş yaşayan ölülere dönüşmüşlerdir. Földényi bu manzaranın ne çağrıştırdığını şöyle ifade ediyor: “…Ay manzarasıyla ya da nükleer savaş sonrası manzarasıyla karşı karşıya” kalırız bu resimde ve “muhtemelen hiçbir zaman oksijenin bulunmadığı, sadece hiçliğin hâkim olduğu manzarayla”. Yaşayan ölülerin mekânında canlılık yok, bir savaşa maruz kalınmış hissi bırakıyor ama bir savaş sonrasının yıkım kentini de hatırlatmıyor, uyuyan bir kent manzarası bu. Ölümü duyuran, varlığın uğultusuna bile rastlanmayan, nefessiz bir kent, sadece hiçliğin öne çıktığı bir kent. Bu resim aslında insanın, doğanın ve sonuçta ölü yaşamın temsili hâline geliyor böylece Martini’nin böyle bir amacı olmasa bile modern biçimli kentleri, yaşayan ama ölü insanı, kendi oluşuyla varolamayan doğayı bu resim üzerinden gözlemleyebiliyoruz. Çünkü yazarın ifadesiyle: “Giorgio Martini’nin resmi, resmettiği şehirden ziyade onun düşünce biçimini açığa vuruyor.”
PANOPTİKON
Földényi, Martini’nin resmini tüm katmanlarıyla ele alıyor, ideal bir kent arayışı üzerinden kusursuz, biçimli olanın arayışına giden yolu bulmaya çalışıyor. Burada yapmaya çalıştığı şey modern insanın bürokrasi içerisinde, kurumlar gözetiminde yokluğa çıkan varlığını, yaşamsız, ruhsuz bir dünyada sıkışmışlığını gösterme çabası bana kalırsa. Fabrikayı, hastaneyi, okulu çağrıştıran kent mimarisi de bunun parçası. Çünkü amaç yazarın ifadesiyle; “yaşamın düzenlenmesi, hesaplanamayan tüm unsurların ortadan kaldırılması ve aynı zamanda da kontroldür.” İnsanın kontrol altına alınması, yaşayan ölüye dönüşmesi tüm bu anlayışın, kusursuzluk saplantısının sonucudur. Yazar, bu konuda farklı bina planlarından ve döneminin politikasına göre oluşmuş mekânlardan örnekler veriyor. Bunların en bilindiklerinden biri de aşina olduğumuz, Jeremy Bentham’ın 1971’de yayımlanan “Panoptikon” olarak adlandırılan, hapishane ve cezaevi planı. Bu bina pek çok açıdan modern gözetim toplumunun da simgesi hâline geliyor. Kitapta anlatıldığı gibi: “Bentham’a göre, panoptikon’un planındaki en önemli şey sınırlandırılmamış görüş ve görünürlük ilkesiydi. Merkezi gözetlemeden hiç kimse kaçamamalıydı. Bina, daire biçiminde inşa edildi.” Bunun anlamı devamlı her açıdan gözetlenmek bir süre sonra kendini gözetler duruma gelmekti ki bu da kendi kendinin denetimcisi olmaktı bir bakıma çünkü "'Görülmeden görmek': Binalar her şeyi gören tanrı ilkesine inşa edilmelidir", mantık buydu. Ayrıca, gardiyanın konumu görülmeden görmeyi mümkün kılacak şekilde tesis edilmişti. Földényi “panoptikon”un toplumla ilişkisini kurarken şöyle söylüyor: "Panoptikon da kendi açısından, amacı bireyin haklarının tamamen tanınması olan Aydınlanma düşüncesinin bir örneğidir. Fakat aynı zamanda birey bir toplulukla, o topluluğun (bu topluluk ister bir mahkûm, ister bir hasta, ister bir işçi, isterse de bir öğrenci topluluğu olsun) mensubu olarak mümkün olan en kapsamlı biçimde bütünleştirmeye, topluluğa kusursuz biçimde katmaya yönelik bir girişimi, başka bir deyişle, hiçbir anomalinin bozamayacağı bir topluluğun oluşmasına izin vermeyi de ifade etmektedir." Ayrıksı olan her şeyin tek bir biçime sokulacağı, akıl dışı görülenin "deli" ilan edileceği, kalıba sığmayanın ıslah edileceği bir toplum tahayyülünün yansıması olarak değerlendirebiliriz bunu.
László F. Földényi’nin Yaşayan Ölümün Mekânları: Kafka, Chirico ve Diğerleri metni, resimler, mekân planları, perspektif, ütopya gibi kavramlarla bizi modern toplum ve insan üzerine düşündürürken, farklı disiplinlerden metinlerle diyaloğa girerek, sıkıcı gibi görünen bir konuyu anlaşılır bir tartışmaya dönüştürüyor. Resimlerin içinde kaybolup, öykü kahramanlarını ressamların eserlerine yerleştirirken, mekânların “yaşayan ölümün mekânları”na nasıl dönüştüğünü gözlemliyor, varlığımızın ölü yanının farkına varıyoruz.