Yaşamı şiirle düşünmek
Bugün şiir, öznelliğin radikal söylemi olmaktan ibaret değil, aynı zamanda ruhsal edim olma özelliği taşıyor. Böylece insanlığın yüzeyi aşındıran ve derinliği parçalayan ortak seslerini duyabiliyoruz.
Aylin Antmen
Çağlar boyunca şiirin taşıdığı imgesel karşılıklar ve tasarımlar kolektif hafızaya katılarak günümüze dek ulaşan öznel tarih çalışmalarının bir kaydını tuttu. Sessizliğine rağmen oldukça canlı bir toplamdı bu. Orada bizi karşılayan sesleri, kimi zaman bir gölge-dilden, kimi zaman dil-olmayan’dan ancak daha çok insan doğasının yüksek gerilimi içerisinden konuşan varlıktan işittik. Böylesi anlamlı bir toplamla birlikte, her öznel tarih kolektife katılmış oldu. Başka’ya açılmanın, sureti taşımanın, görülüyor olmanın, ancak görülmekle kendine bakabilmenin imkânı olarak Ben… Belki bu sessiz hafıza, şiirin en açık muhteviyatını oluşturdu. Kapanmaz bir yaranın bakışları bu yolla üzerimize çevrilerek, sözcükler arasındaki bağıntıların sinir uçlarına sirayet etti ve ortak duyuya katıldı.
Metaforlar, imgeler, yaşamlarımızın ilk karanlığından çıkıp gelerek hem bir kendilik yapılanmasını açığa çıkardı, hem de ben-olmayan’ı gizleyerek yazıyı sildi. Bu, dilde yaşayan şeyin kendini yazarak gizlemesiydi. Çünkü bir şeyi açığa çıkarmanın özünde daima geriye kalan şeylerin gizlenmesi yatar. Şiirin içerdikleri kadar dışarıda bıraktıklarına da bakmak gerekir, çünkü şiirin kurucu sayılmasının bir başka nedeni dışarıda bırakma yoluyla göstermesidir. Dışarıda tutulan, kurucu ötekidir. Elbette dilin sınırlarından öteye doğru yazının bu silinişi, varlığın gerçekte dile gelmesini sağlayan, buna olanak tanıyan şeydi. Bu ayrıca bizlere, uzlaşı olarak ortaya çıkan her şeyin, aslında derin çatışmaların bir ürünü olduğunu ve yalnızca öznesiyle sınırlı kalmadığını gösterdi. Şiir de, açığa çıkarılmış uzlaşılara ait bir söylemdir. Bu söylem tarihi, kuşkusuz ruhun kurucu çatışmalarının izleriyle kuruldu, özünde ise insanlığın büyük ateşlerine, derin sularına, rüzgârlı karanlığına ait.
Bugün şiir, öznelliğin radikal bir söylemi olmaktan ibaret değil elbette, aynı zamanda ruhsal bir edim olma özelliği taşıyor. Bu şekilde insanlığın, hem yüzeyi aşındıran hem de derinliği parçalayan ortak seslerini duyabiliyoruz. Şiirin çoğul seslerini işitmek, tüm bildiklerimizden kuşkulanmanın, alışıldık olanı sarsmanın, yeri yadırgamanın, farkındalığı kışkırtmanın, gerçekliği sorgulamanın mekânı olageldi. Zaten şiirin muhteviyatı biraz da zihnin dışındaki anlamdan ve gerçeklikten oluşmaz mı? Dünyayı taşıyabilmenin, anlamlandırabilmenin yükü, şiir aracılığıyla sınırın her iki tarafına bakabilmeyi, büyük bir yanılsama/kurgu olan dünya yüzünü elbette dilin sapaklarına karışarak bir nebze de olsa aşabilmeyi gerektirdi. Şiirin metafizik arayışları, bu açıdan bize yalnız alacakaranlıkta kendisini gösteren bir ışığı aramayı öğütlüyor.
Şiir hep aydınlığa, açıklığa, berraklığa doğru oldu. Üstelik bu, biraz da negatifin çalışmasının zorluğu içerisinde, her şeye karşı ve en çok kendine rağmen bir çabaydı. Dil ile başlayan arayışlar, açılan yollar, karışılan sapaklar ve temas edilen iç sınırlar ruhsal düzenin işleyişine dair hareketliliği ortaya çıkarmakla kalmadı, negatifin çalışması yoluyla bu hareketliliğin şiire katılmasına da aracı oldu. Konuşan biraz da boşluklardı, katmanlar arası sınır çizgileriydi; uğultular yolculuğun bağıntılarını sislese bile dil-olmayan’ın işitilebilir sessizliğiydi. Sonunda açıklığa biraz daha yaklaşmış olduk. Elbette buradan şiirin her şeyi açık ettiği ya da etmesi gerektiği gibi bir anlam çıkarılmamalı. Şair her zaman bilinmeze doğru oluştadır, gücünü belirsizliği kat edebilme yetisinden alır. Bu yüzden de yokluğun hafızası, daima şiirin yörüngesi olacaktır.
Aydınlığa şiirle ulaşmak, zorunlu olarak varlığın tekinsiz karanlığını geçebilmeyi gerektirdiği için, şiiri aynı zamanda insanlık tarihinin sessiz bir konuşması, yani tarihin arkeolojisi olarak da düşünebiliriz. Bu bakış, şiirdeki Ben’in aslında öznel bir yolculuktan izler barındırmakla kalmayıp kolektif alanı konuşmaya çağırdığını; bu şekilde daha gözenekli bir bakışın çağın koşullarına ve bu koşulların dolayımındaki insana doğrulmakta olduğunu gösterir bize. Şiirin artık susmuş, yersiz yurtsuzlaşmış halklarından gelen bu sese kulak kesilmek, içinde bulunduğumuz ve adına antroposen dediğimiz insan yıkımı çağında hepimizi derin bir yüzleşmeye çağırması açısından oldukça önemli. Şiirin anlamını ve imkânını bir de bu açıdan düşünmek, aynı zamanda çağın açmazlarını, insan olmanın yükümlülüğünü, başkası için olmanın etik çerçevesini düşünmeyi de gerektiriyor. Daha açık bir ifadeyle, bir sorumluluk etiği olarak ‘düşünme’yi gerektiriyor. Belki bu şekilde artık unutulmuş olan saf doğamızın izlerini yaşama geri çağırmak mümkündür. Bu, uyum adına baskılanmış insan doğasının canlılığına yeniden sahip olmayı, tikel farklılıkları yaşama geri çağırmayı ve dışına savrulduğumuz bütünlük hissini farklılıkların yaşatılması ile yeniden tesis etmeyi sağlayacaktır kuşkusuz. Bunun yolunu ise şiirin sezgisiyle ortak duyudan getirilen içeriklerin bedenleşmesi açacaktır. Dil aracılığıyla tesis edilen öznelerarası-toplumsal kazanımlar, elbette şiirin sezgisel dağarcığıyla işlenen ruhsallığın birer kazanımı olarak, eylemi de gerektiriyor. Şiir, ayrışmış olan zihin-beden bütünlüğünü yeniden kurmasıyla, dünya içinde evindelik’ten koparılmış insanın evrenle bütünlüğünü yeniden sağlamasıyla ve hatta bilmekle-bilinmekle mühürlenmiş insanın bilinmezle bütünlüğünü inşa etmesiyle bunun için fazlasıyla yol açıcıdır. Çünkü zihinler arası aktarımıyla, yıkmanın ve etik değerlerle yeniden inşa etmenin yolunu araladı, bütünlüğün çağrısını duymanın içsel imkânı oldu her zaman.
Şiirin değeri, elbette varlığın dünyaya açılmasından doğan bir melez dil oluşundadır. Bedenin, dünyanın bir sınırı olarak burada oluşundan ve her iki tarafa doğru açıklığından, uyanıklığından kurulmasındadır. Çünkü sınırın olduğu yerde ihlal de vardır. Hem dışarıda bırakan hem içeri alan bir ihlal. Biraz da bu farkındalık şiiri, insanın önce kendiyle, sonra başkalarının suretindeki görünümleri ve yansımalarıyla yüzleşme pratiği kıldı. Böylece yüzleşmeler, yerlerini anlamı yaratan ayrılıklara bıraktı. İnsan kültürel bir varlık, dolayısıyla şiir dediğimizde biraz da duyguların kültürel tarihinden söz açmış oluyoruz. Burada duyguların düşüncelerle ilişkilenme biçimlerinin şiirsel aktarımları devreye giriyor. Duyguların taşıdıkları yükleri alan; ikilikleri, zıtlıkları, kutupları arasındaki çatışmaları gideren bu aktarımlardır. Dil ile gerçekleşen her temize çekiş, ruhsal hareketliliğin seyrini etkileyerek, sarih olana bağlanan yeni duygu-düşünce bileşikleri oluşturur ki bunlar farklılıklarımız arasındaki kurucu/dönüştürücü dinamiklerdir. Birbirini duyan ve besleyen sesler.
Nasıl düşündüğümüz nasıl hissettiğimize bağlıdır, nasıl hissettiğimiz ise neyi bilip bilmediğimize. Bu iç içeliğe dair anlam köprülerini kurmasıyla, duyguları tahakküm ve direniş odaklarının dolayımından çıkararak özgürleştiren şiir, bu anlamda her zaman yeni bir “kendilik örgütlenmesi” başlatabilecek olan ilksel kıvılcımı da içerisinde taşıyacaktır.
Antroposen çağında insanın kendisini bir başkasında, başkayı da kendi içinde şiirle duyabilmesi kuşkusuz dönüştürücü ve önemli bir eşik. Bir arada yaşama imkânını genişleten, bir arada oluşun sınırlarında her türlü ihlalden kaçınmayı gerektiren bir açıklığa ait. İçinde olduğumuz zamanlar da artık bu tür ihlalsiz temasların geçişliliğini gereksiniyor. Bu açıdan şiir, her şeyden önce öznesini sorunsallaştırarak onu kurucu, gözeten, dönüştüren bir yaşama davet eder. Yıkmak ve yeniden inşa etmek şiirin bir niteliğidir. Tıpkı değişmeye/değiştirmeye, dönüşmeye/dönüştürmeye çağırması, hatta buna zorlaması gibi.
Şiirin düşünmeyi, seçmeyi, yatırım yapmayı reddetmeyen insanların ortak dili olarak bizleri kendimizden özgürleştireceğine, öznelerarası ilişkileri doğasına uygun biçimde yeniden yapılandırabileceğine inanmak, bir başkasını duymaya ve kendini başka’da açmaya açık olmakla mümkün. Çünkü özne için şiir, tam da ruhsal hareketlilikteki yeri ölçüsünde canlı ve kurucudur. Bu açıdan içsel ortaklıklarımızı, yan yanalığımızı bilince çıkarmanın yazısı olageldi hep.
Öznenin bölünmüşlüğü bir dil, ifade kazandı, böylece ayrışmanın kalıntılarına dair kültürel kayıtlar da bırakılmış oldu. İnanıyorum ki bu kaydın canlı tarihini işitmek için şiire kulak vermek, son kertede bizleri kurulmuş, yalıtılmış, ayrıştırılmış ve bölünmüş özneler olmaktan kurtaracaktır.