Ev içi/aile içi şiddetin “suç” sayılmadığı zamanların kadın bilgeliği, “akıllı kadın dayak yemez” sözüyle özetlenebilir. Gerçekten böyle bir bilgelik işe yarar mıydı sorunun cevabı aşağıda gelecek. Akıllı kadın olma ihtimali sadece vaat edilen bir umuttu. Umudun iyi pazarlanması ve alıcısının bulunmasıyla yürüyordu aile dediğin. Alıcısı çoktu. Nasıl olmasın ki? Bırakalım eşitliği insan sayılıp toplumsal yaşama katılmanın koşuluydu adeta aileye ait olmak. Baba evinden koca evine gitmeyen, koca evinde yaşamayı değil ölümü beklemeyi beceremeyen kadının, toplumda yer edinmesine imkan yoktu çünkü. Medeni hal sorusu, misal resmi evrakta kalmaz, yazılı olmayan kuralların sözcüsü cık cıklar bezdirir, “ev kızı”, çürüğüne çarığına bakmadan bir kocaya razı olurdu.
Kadın bilgeliği demiştik ya işte onlardan birisi “kırk kişinin kahrını çekmektense bir kişinin kahrını çekmek evla” der. Kadın olmak, kahır çekmek demek yani baba evinde kalsa da koca evine gitse de kadın yaşamının adı kahır. Ailenin yürütülmesini sağlayan o ataerkil pazarlık ya da ataerkillikle müzakere, hiçlikten ikincilliğe terfi yolu bir bakıma. Terfi diyorum çünkü insan sayılmamaktansa ikinci sınıf insan sayılmaya rıza göstermeyi dayatan bir varolamayış haliydi, bekar kadının hali. Evlenince o pazarlığa boyun eğmek zorundaydı çünkü “dul” olmak bekarlıktan bin beterdi. Her toplumda her kadın nefsi kahrı tatmıştır, yakın nesillere kadar. Bazı toplumlarda ve her toplumun bazı kesimlerinde hala yaşamın adı kahır, kadınlar için. Bizde ise Fatih Erbakan’ın mutlu sandığı kahırlı kadınlar “on beş yaşında evlenen ninelerimiz” neslinden sonra giderek azalmaya başladı. Kadın yaşamında kahırdan eşitliğe uzanacak bir yol, ihtimal olarak belirdi. Eğitim hakkından, meslek edinme, çalışma hakkından yararlanabilen kadınların varlığı umut oldu. Söz konusu değişim aslında umudun değişmesiydi.
Ezberletilen yuvayı dişi kuş yapar masalıysa değişen umutla, kaçınılmaz olarak değişecek ev içi dengelerin yine erkek lehine kurulmasının aracıydı. O yuva, ne yaşanırsa yaşansın dört duvar arasında sır olarak saklanınca, yapılmış olacaktı. Akıllı kadın dayak yemez hikayesine inanan varsa bilinsin ki ancak duygusal ve ekonomik şiddete, evlilik birliği içindeki cinsel şiddete sessizce katlanıp fiziksel şiddetten korunma ihtimaliydi o. Bu ihtimal de tutmazsa zaten kadın dediğin habire kapıya çarpardı. Kanadı kırılsa da o yuvayı yapmaya o dişi kuş ilk “hayır” diyebildiğinde ise yıl olmuştu 70’ler, 80’ler. O zamanlar henüz adı şiddet olmayan ev içi/aile içi şiddetin, “dayağa hayır, susma bağır” sloganıyla görünür hale gelişi, adı kahır olan kadın yaşamında yeni bir eşik oldu. Sözünü sakınmayan kadınların, tüm kadınlar için ve söz sahibi olmaya başlayan kadınların öz yaşamı için şiddetten kurtulma ihtimali yeni umuttu.
Her birimizin kendi hayatlarımız ve aile hikayelerinden tanıklıklarımızla bildiğimiz böylesi yalın kadın ve toplum anlatısı, toplumun ataerkilliğini, ataerkil şiddeti biraz daha kolay göz önüne sermek içindi. Aile, aile dediklerinin kadınlar için neyin umudu olduğunu görünce belki gerçek daha iyi kavranır umudu biraz da. Ataerkillikle müzakere sona ermedi ama ataerkil şiddetle mücadele ihtimali bile kadınların eline, pazarlıkta kullanabileceği yeni bir koz verdi. İlki, ne kadar büyük zorluk içerse de bekar ya da yalnız yaşama ihtimalinin imkansız olmaktan çıkışıydı. İkincisi de şiddetsiz yaşama ihtimalinin belirmesi oldu.
Ve bunların hepsi bizde, BM CEDAW yani Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması için hazırlanan, imzalanan Sözleşme’den önce başlamıştı. Bazı aklı evvellerin komplo teorilerine bel bağlayarak küresel oyun gibi sunmaya çalıştıkları şey değil kadın eşitlik mücadelesi, ayrımcılığa itiraz ve şiddetten korunma çabası. Tersine kadının insan hakları mücadelesi güçlendiği için o uluslararası mekanizmalardaki ataerkil düzen kaçınılmaz bir şekilde dönüşmek zorunda kaldığından hazırlandı bu sözleşme ve öncesindeki dünya kadın konferansları ve kadının statüsü komisyonu, kadın emeğiyle ulusları, devletleri ve ulus ötesi mekanizmaları dönüştürdüğü için hazırlandı o sözleşmeler.
İstanbul Sözleşmesi'nden önce de ataerkil şiddet vardı. Tanımı yapılmamış olsa bile psikolojik şiddet, ekonomik şiddet, cinsel şiddet, fiziksel şiddet ve ısrarlı takip şiddeti (musallat olma) hepsi vardı. Adı konmadığı için yok sayıp kadınlar ya da feminizm ‘icat çıkarmış muamelesi yapılıyor ama hukuk olanı tanımlayıp kategorize ediyor. Önceden aile içi şiddetin bir suç olarak tanımlanmayışı olmadığını göstermez. Kadının insan sayılmasıyla ilişkili olarak ev içinde erkeğin tahakküm aracı olarak şiddet suç olarak görüldü. Eskinden kadın erkeğin elinin kiriyken kocaydı, döverdi de severdi de. Kocanın suçu değil kadının kusuruydu. Ta ki kadınlar kendileri, şiddete sessiz kalmayıncaya kadar devlet ve devletin hukuku gözünü yumardı. Bu da ataerkil pazarlığın diğer bir yüzüydü elbette. Bir erkek ki erkek devlet de dahil diğer erkeğin özel alanındaki egemen konumuna müdahale etmeyerek ayakta tutardı o ataerkil pazarlığı. Ta ki kadınlar susmayıp bağırana kadar böyle işlerdi hukukun ataerkil şiddetle ilişkisi. Devletin, kamu görevlilerinin gözünü yumması bundandı. İstanbul Sözleşmesi dahil şiddetle mücadele alanındaki uluslararası mekanizmalar ve ulusal yasalar kadının eşitlik mücadelesi sonrası bir hukuk mevzuatı haline geldi.
Dindarı, milliyetçisi, ulusalcısı, Avrasyacısı bütün İstanbul Sözleşmesi karşıtı ataerkiller, erkek olsun kadın olsun, şiddetin arttığını iddia ediyorlar ya söylemek lazım kadının adı yokken şiddetin de hiç adı yoktu. Ölen kadının hesabını soran, sayısını tutan yoktu. Ama şiddet vardı. Aile deseniz aile içindeki ataerkil pazarlıkla kadının susturulmasını isteyenler, yani şiddetin korunduğu, kadının öldürüldüğü aileyi isteyenler Sözleşme'nin aileyi yıktığını iddia edenler. Sözleşme'den neredeyse yüz yıl önce aile yapısı değişmeye başlamıştı ki bu asırlık değişim bizim toplumumuz için böyle tarihlenebilir. Farklı ülkeler için öncesi var sonraya kalanı var ama illa ki değişim var. Sözleşme sadece ailenin içindeki şiddeti değiştirmek niyetinde aileyle alıp veremediği yok. Ha bir de sözleşmeler için Batı dayatması, emperyalizmin tuzağı vs. iddialarla, sözleşmelerden ve kadın haklarından korunmak istenen “aile toplumun temeli” anlayışı var ya asıl o Batı icadı haber vermiş olalım. Hem de eleştirilmek istenen Aydınlanmanın. Şiddet seviciliği, kadın düşmanlığı ve eşitlik karşıtlığı için yeni kılıflar arayın, kimse yutmuyor hegemonik erkeklik kutsamasının aile ile perdelenmesini. Eşitlikçi aile ise istenen ha işte onun yolu da şiddetten arındırılarak yani İstanbul Sözleşmesi uygulanarak açılabilir.