Schmid, kitabında sükûnete giden ‘on adımı’ bulmayı deniyor. Yaşamın aslında ‘ne’ olduğunu sorgulayarak. Bu yolla, yaşamla sakin bir ilişki kurabilmeyi aramak. Her anın, her günün hakkını vermek ama bunu yaparken yaşamın da, bir ‘günün’ evreleri gibi, ‘mevsimlerden’ oluştuğunu göz ardı etmemek...
Yaşlanma gerçeği ve yaşlılık duygusu üzerine yazmayı düşünürken, Gazete Duvar’da sevgili Aydın Selcen, içinde biraz efkâr, biraz hayal kırıklığı ve eser miktar umut olan bir yazı kaleme aldı. Yazısının başlığını “Elliden görünen” koymuş, çünkü doğum gününe denk geliyormuş. Selcen’in yazısını okuyup da kendi yazacağım ile arasındaki bazı benzerlikleri görünce hem hoşuma gitti hem de “Demek ki her yaşlanan insan (erkek!) böyle şeyler yazma ihtiyacı hissediyor,” diye düşündüm. ‘Yaşlanan’ derken, yanlış anlaşılmasın; orta yaşlılıktan söz ediyorum!
Yalan olmasın, bir süredir olup biteni takip ederken sık sık “Şu yaşa geldik,” demeye ya da dile getirmesem de aklımdan geçirmeye başladığımı fark ediyorum. Demek ki yarım yüzyıl önemli bir eşik. Aslına bakarsanız bu ‘biraz’ şımarıkça hislerin nedeni, tıp alanındaki ve teknolojideki gelişmeler. Yoksa, bir iki yüzyıl önce elli yaşına gelebilmek epeyce büyük marifetti. Ayrıca yaşlanmaya dair tüm düşüncelerimiz de diğerleri gibi kültürel. Koşullarımızla, yani hangi toprakta serpildiğimizle ilgili. Hem ömür uzunluğu hem de o ömrün aşamalarına dair hissedilenler. Bir İskandinav için yetmiş yaşında olmak pek vahim bir durum değil. Altmışlı yaşları zaten orta yaş sayıyorlar. Bizde yaşlanma, daha doğrusu yaşlılık sohbetleri çok erken yaşta başlıyor. Zihinsel ve fiziksel bakımlardan erken yaşlanıyor, çöküyor memleket insanı. En geç elli yaşla birlikte ‘bir ayağı çukurda’ sohbetleri. Ayrıca, bundan hoşlanan insanlar biliyorum!
Oysa hatırlayın rahmetli Halil İnalcık’ı, yaşlılıkta ne ürünler verdi. Allah ömür versin Taner Timur hocamız seksenini devirdi ve daha geçen ay Yordam’dan, “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı” adlı bir kitap çıkardı. Herhalde adını duymayan yoktur, sevgili hocamız Nermin Abadan Unat 1921 doğumlu ve hâlâ her gün dünyada, Türkiye’de neler olup bittiğini, hangi kitapların yayınlandığını biliyor, takip ediyor ve öneriyor. Genco Erkal sahnede, hepimizi büyülemeye devam ediyor. Böyle örnekler de var. Buna mukabil, yaşlanmadan yaşlılıktan söz etmeye başlamak, kuşaktan kuşağa ‘aktarılan’ bir durum Türkiye’de.
Tabii şunu da ihmal etmemek gerekiyor: Yetmiş yaşını hiç dert etmeyen bir ‘Kuzeyli’ ile bizim aramızdaki ‘yıpranmışlık’ farkı çok fazla doğrusu. Düşünsenize, Devlet Bahçeli ve Bülent Arınç adlarını hiç duymamış o insan. Melih Gökçek gibi birinin var olabileceğini tahayyül etmemiş ömrü boyunca. Hiç Türk TV yarışma programı seyretmemiş. Bizim sabahtan akşama konuştuğumuz konuların birinden dahi haberdar değil. Havuz medyasındaki tiplerin benzerlerine en son Nazi işgali esnasında tanık olmuş. Çuvalladığında, hatta çuvallama ihtimali belirdiğinde istifa eden yöneticileri var. Yönetimleri anayasalarına uygun hareket ediyor. Düşünsenize, ne tuhaf! E tabii daha uzun, sağlıklı, mutlu yaşayacaklar ve yaşlanma algıları bambaşka olacak o ülke insanlarının.
Yıllar önce, Mülkiye’ye dışarıdan gelen bir hoca/abimiz vefat ettiğinde hepimiz çok üzülmüştük. Yaşlıca bir hoca da o üzülenler arasındaydı, ancak vefat haberini aldığında, “Hiç olmazsa Türkiye’den kurtulmuş oldu,” deyivermişti. O zaman yadırgamıştım biraz. Şimdi daha anlaşılır geliyor. İnsanlara bu duyguyu yaşatan bir yer burası ve ne vahim hakikaten. Misal, okuduğunuz yazıyı ‘atılmış’ akademisyen sıfatıyla yazıyorum ve hocam da atılmıştı, hocamın hocası da atılmıştı! Onların arkadaşları da atılmış, cezaevine girmiş, işkenceden geçirilmişti. Ne acayip değil mi? Ve ben bu satırları yazarken (Pazartesi gecesi), çarpıntım arttığı için seyredemediğim bir TV kanalında, Cemaat bankasından aldığı krediyle yalı dairesi alan bir kadın, Ekrem İmamoğlu’na muhtemelen tahammülü zor sorular yöneltiyor ve tahmin ediyorum yarın pek çok internet sitesi söz konusu programdan söz ediyor olacak. Diyet bisküvi gibi bir memleket. Yavan bir şeyleri yıllarca kemiriyoruz. Bir de, eğer fırsat bulabilirsek yaşlanıyoruz tabii.
Kültürel başkalıklar bir yana, yine de bazı evrensel, genel geçer nitelikleri var yaşam kesitlerinin kuşkusuz. Aksi hâlde Shakespeare hâlâ böyle okunuyor, oynanıyor olmazdı! Bu arada, yeri gelmişken; Haluk Bilginer’in başrolünde yer aldığı (Kemal Aydoğan’ın yönettiği) Shakespeare Müzikali de ne güzeldi. Baktım, internette bölümler var, görmenizi öneririm. Yaşamın evrelerini güzel sözcükler ve müzikle anlatıyor. Her neyse...
İster bir İskandinav ülkesinde ister Türkiye’de, nerede yaşlanırsanız yaşlanın, bazı ortak özellikler var kuşkusuz. “Aman yahu ne diyorsun sen!” demeyin hemen. Son zamanlarda adını anmayı en sevdiğim yazar olan Alman felsefeci Wilhelm Schmid, yine Tanıl Bora’nın çevirip Turgut Demir’in resimlediği kitabı “Sakin Olmak, Yaşlanırken Kazandıklarımız” adlı incecik kitabında, her zamanki incelikli üslubuyla anlatıyor yaşlılığın zorluk ve avantajlarını.
Başa dönelim. Elli yaş ilginç bir eşik. Eşiklerden biri demek belki daha doğru olur. Unutmuyorum, rahmetli Sadun Aren hocanın sekseninci doğum gününü Mülkiye’nin Aziz Köklü salonunda kutlanmıştı. Son konuşmacı Sadun Aren’di. Konuşmasının bir yerinde, “Seksene kadar iyiydi ama doğrusu bugün biraz moralim bozuldu,” demişti. Bu da bir eşik işte! Doksanını görebilme ihtimalini düşününce...
Elli yaş bazı şeyler için geç. Bazı şeyler için hâlâ fırsat var ve bazı şeyler artık hiç cazip değil. Ne yaşlı ne gençsiniz. Zamanın çok hızlı geçtiğinin farkındasınız ancak henüz hızla akıp giden günlerin gereğini yapacak hâliniz de yok. Bir bu kadar daha yaşamayacağınızı biliyorsunuz ama. Başlamak istediğiniz şeyler olsa da, neyi beklediğinizi bilmeden bekliyorsunuz. Eskiden yeni bir yere gittiğinizde deliler gibi yürür, her şeyi görmeye çalışırdınız, oysa şimdi caddeyi gören bir kahvede saatlerce oturup insanları seyretmek çok daha cazip geliyor. Müzenin her katını gezince ne olacak; ya da çok şöhretli birilerinin tablolarının önünde dakikalarca dikildiğinizde? Yirmi yıl önce büyük zevkti ama. Buzdolabına magnet almasanız da olur. Kartpostala ne gerek var? Biraz yavaşlamak, ağır hareket etmek, bir yere koşmamak, acelesi olmamak ve hep aynı yerlerde yiyip içmek ne güzel! Yeni mekânlar denemenin kime ne faydası var?! Yavaşlık. Sükûnet. Biraz sağa sola bakmak, dikkatle. Özel alanına daha saygılı olunmasını istemek, beklemek. Bunlar yaşla gelen davranışlar, meraklar, yeni ilkeler. Yirmi yaşında gürültülü bir yerde sabaha kadar oturmak mümkündü. Artık en geç saat on gibi salondaki kanepe insanın gözünde tütüyor.
Tabii marifet iyi yaşlanmakta bir yandan da. Kimi insan için “Yaşlılığı kötü oldu bunun,” derler demesine de, insan yedisinde neyse yetmişinde de o değil miydi? Yine de katlanılmazın katlanılmazı olmak da mümkün belli ki. Schmid, ‘yaşlanmayı’ her açıdan ele alıp onu olgunlukla karşılamanın gerekliliğini anlatıyor ve diğer yazılarında olduğu gibi bazı yararlı tavsiyelerde bulunuyor.
İyi yaşlanmakla ilgili, bir de ‘yaşının gereğini reddetmek hali’ var ki! Schmid’e göre, “Kesin olan tek bir şey var: Kendilerini gülünç düşürmek pahasına genç kalmak isteyen o yaşlılardan olmak istemiyorum. Yaşamının geçmekte oluşuna duyduğu öfkeyi hayat belirtisi gösteren her şeyin üzerine kusan hiddetli bir moruk olmak istemiyorum.” Aman hadi inşallah, hiç birimiz olmayalım. Yaşlandıkça genç olan her şeye kızgınlıkla yaklaşanlar pek fena doğrusu. Bir büyüğüm derdi ki, “Her nesil kendini çok beğenip yeni yetmeleri horlar ama bu külliyen yanlıştır.” Üstelik bunu yaparken, zamanında kendilerinin de aileleri tarafından eleştirilmiş olmalarını hatırlamak istemiyor oluşları tuhaf hakikaten.
Yaşlanmayla nasıl baş edilmeli? “Anti-aging” ile mi? Aman Allah korusun!
Herhalde öncelikle insan kendisini kandırmaktan vazgeçmeli, gerçek olandan kopmamalı. Yaşlanmak, öyle hisle filan değil, yılla ilgili bir olgu. “Yaşlı hissetmiyorum!” İyi aferin ama yaşlısın işte. Yazar diyor ki, “Yaşlanmayı bertaraf etmeye dönük sözlerin etkileri sınırlıdır... İnsan... genellikle hissettiğinden daha yaşlıdır. Duygunuz bu vakıayı değiştirmez, tam tersine: Gerçeği görmezden gelen bir yanılsamaya neden olur... fiyakalı laflar hakikate çare olmadığında, eninde sonunda sadece hayal kırıklığı büyür.”
Sayfalar boyu kendisini sakinleştirmeye çalışıyor, sükûnet önererek: “Yaşamımızdaki her şey bir hayat memat meselesi değilse artık, hormonlar biraz yatıştıysa, tecrübe hazinemiz arttıysa, görüşümüz genişlemiş, insanlara ve şeylere dair kestirimlerimiz daha isabetli hale geldiyse, sakin olmak daha kolay gelebilir.” Doğru söze ne denir?!
Schmid, kitabın kalanında sükûnete giden ‘on adımı’ bulmayı deniyor. Yaşamın aslında ‘ne’ olduğunu sorgulayarak. Bu yolla, yaşamla sakin bir ilişki kurabilmeyi aramak. Her anın, her günün hakkını vermek ama bunu yaparken yaşamın da, bir ‘günün’ evreleri gibi, ‘mevsimlerden’ oluştuğunu göz ardı etmemek. Haliyle yetmiş yaşındayken yirmi yaşında yapılabilenleri düşünüp efkârlanmamak! Bedensel imkânların yavaş yavaş ortadan kalktığını, kalkacağını bilmek ve kabullenmek. “Hâlâ” kelimesiyle dost olmak, kıymetini bilmek. “Alınması gereken sayısız karar arasında bize bir mola vermeyi sağlayan” alışkanlıklarımız ile ilişkimiz üzerine düşünmek, kendimiz ve diğerleri için katlanılmaz hale getirmemek. Eski düşmanlıkları sürdürüp sürdürmeme konusunda kara vermek! İnsani temastan mahrum kalmamak. Hiçbir şeyi olduğundan daha karmaşık hale getirmemek. Zevkler geliştirmek, uğraş edinmek. Bahçeyle uğraşmak: “İnsanlar bahçeleri niye severler? Çünkü bahçeler, tıpkı dinler gibi, insanı tüm zamanlar boyu acıtmış olan fanilik yarasına merhemdirler.”
Bir de tabii, ölüm gerçeğiyle barışabilmek:
“Ölümün zamanın sonu, dünyanın sonu olduğunu tasavvur ediyorum, en azından benim için. Son gün gelip çattığında, sevdiğim gibi normal, sıradan bir gün olsun isterim. Sadece o gün artık çalışmayayım...”
Ya arkadaşlar, arkadaşlıklar? O da çok önemli tabii ama Schmid’in arkadaşlığa ilişkin kitabı önümüzdeki yazıya kalsın artık. Son paragrafa sıkışmasın.
Sükûnet... Kolay iş değil Türkiye’de, kabul etmek gerek. İyi hoş da, Türkiye’de de yaşlanıyor insan. Yaşlılığı anlayışla karşılamak ve bunu bizimki gibi bir toprakta yapabilmek için herhalde yalnızca kendimize değil, olup bitene de biraz daha sakin bakmak gerekiyor. Başarmak kolay mı? Vallahi değil. Fakat mümkün. Ya da mümkün olmalı; çünkü yaşadığımız saçmalıkların orta yerinde aklımızı kaybetmeden yaşlanabilmenin başka yolu yok gibi.
Hayır hayır, hemen o yüzleri getirmeyin gözünüzün önüne! Evet, haklısınız. Sakin olun siz. Sakin olun. Yaşlanıyoruz. Sonumuz malum. Biraz sükûnet. Yaz geldi. Önümüz bayram. Ne güzel. Bakın, ben nasıl sakinim!
Bir öneri: Hazır konu yavaş ve sakin yaşamdan açılmışken, içinde benim de üç beş dakikalık gevezeliğimin olduğu ve kırsalda yaşamı tercih eden arkadaşlarımızın hazırladığı şu kısa belgeseli öneririm. İnsanın içi gidiyor. Buraya bırakıyorum.