Orhan Pamuk’u 80’lerden bu yana takip eden benim kuşağım için,
yeni bir Orhan Pamuk romanı her zaman heyecan uyandırıcıdır. Onun
genç ve yetenekli bir romancı olarak edebiyatseverler arasında
konuşulduğu zamanları, ünlü ve popüler bir yazara dönüşmesini,
Türkiye’nin uluslararası çapta en çok tanınan ve en başarılı
edebiyatçısı olmasını mutlulukla izledik. Çünkü Cevdet Bey ve
Oğulları’ndan başlayarak tüm kitaplarını öğrenci kantinlerinden,
gazete koridorlarına konuşa konuşa, tartışa tartışa büyüyüp yaş
aldık, kitaplarıyla baş başa kaldığımızda iyi bir romancı, edebiyat
üstüne düşünen bir entelektüel ve zamanımızın oyunbaz bir yazarı
olarak onun bize sunduğu dünyanın tadını çıkarttık.
Yazıya böyle başladım çünkü ben de bütün edebiyatseverler gibi
kitabı çıkar çıkmaz heyecanla aldım ve okudum. Yine iyi yazılmış,
usta bir romanın zevkine vararak, yazarın bin türlü oyunuyla
eğlenip onları keşfettiğimde heyecanlanarak, dikkatimin o kadar
keskin olmadığı zamanlarda ise hikâyenin akışına ve karakterlerin
iç dünyasına kendimi bırakıp okumanın tadına vararak bitirdim
kitabı. Tam da beklentilerime uygun, iyi yazılmış, usta işi,
edebiyatın hem derinliklerine dalan hem eğlencesine kapılan güzel
bir roman okudum…
Tarih, Orhan Pamuk’un sevdiği alanlardan biri. Bu kitabın da
‘hem bir tarihî roman, hem de roman biçiminde yazılmış bir tarih’
olduğunu, daha ilk satırda söylüyor bize. Ama tabii bunu söyleyen
Orhan Pamuk’un kendisi değil, bu kitabın yazarı olan roman kişisi
Mina Mingerli. Yani bu kitapta anlatılanların gerçekliğine o kadar
da kendimizi kaptırmamamız, neyin tarih neyin kurgu olduğu
konusundaki belirsizliği kabullenmemiz gerektiği konusunda
uyarılıyoruz en başta.
1901 yılında geçen Veba Geceleri, Osmanlı’nın o dönemki
dünyasına bakıyor. Evet tahtta hakikaten Abdülhamid var, evet büyük
güçlere karşı bir denge oyunuyla o büyük imparatorluk yönetiliyor,
ama tabii ki Minger diye bir ada yok. Roman kişilerinin benim
gördüğüm kadarıyla tamamı kurgu. Devrik Padişah Beşinci Murad’ın
Pakize Sultan diye bir kızı yok mesela; ama Pakize Sultan’ın
mektuplar yazdığı sevgili ablası Hatice Sultan ve onun ilişkileri
gerçek. Ya da kahramanlarımızı adaya getiren Aziziye diye bir uzun
mesafe yolcu gemisi ya da yat yok. Ama adayı kuşatıp karantinaya
alan zırhlıların üçü de var: Mahmudiye, HMS Prince George ve Amiral
Baudin. Bu detaylara takılıp kalmak insanı roman okumanın zevkinden
alıkoyar, bu nedenle uzatmayacağım. Benim söylemek istediğim şu:
Minger’in ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’ni simgelediği merakını, tek
tek roman kişilerini kimleri simgelediği söylentilerini de bir
kenara bırakmak, daha da önemlisi Veba Geceleri’ni bir tarih kitabı
gibi değil, tarihten söz eden ve daha önemlisi, o zamanın içinde
yaşamış insanları anlamaya ve anlatmaya çalışan bir kitap gibi
okumak gerek. Nitekim yazarımız Mina Mingerli de kitap biraz
ilerlediğinde, 148. sayfada bize bunu tekrar hatırlatma gereği
duyuyor ve şöyle söylüyor: “Tarihî hikayeler ne kadar ‘romantik’
iseler o kadar doğru değildirler ve ne kadar doğruysalar -ne yazık
ki- o kadar da romantik değildirler”.
Tabii kitabın en dikkat çeken yanı bir salgından, vebadan söz
ediyor olması. Her ne kadar Orhan Pamuk bu kitabı beş yıl önce
yazmaya başladıysa da kitap tam da dünyayı kasıp kavuran pandeminin
ortasında yayımlandı. Vebanın bir Ortaçağ hastalığı olmadığını,
20'nci yüzyılın başlarında hâlâ çok sayıda can aldığını öğrenmek
pek çok okur için sürpriz olmuştur. Orhan Pamuk, kitapta vebadan
uzun uzun bahsediyor. Hastalığa yakalananların neler çektiğini,
nasıl ilerlediğini, nasıl tedavi edilmeye çalışıldığını ve hatta
nasıl öldüklerini çeşitli kereler anlatıyor. Zeynep’in babası
Bayram Efendi’nin hastalığa yakalanıp ölmesi kitabın hemen başında,
üçüncü bölümün tamamını oluşturuyor. Vebanın kendisi değil ama bu
dehşet verici varlığı karşısında insanların davranışları ise
kitabın esas konusu… Yöneticilerin ister politik isterse kişisel
hesaplar içinde takındıkları tavır, bilim insanlarının, doktorların
bazen umutsuz çabası ve halkın aldırmazlıkla, hezeyan arasında
gidip gelen halleri… İşte özellikle bu sayfalarda korona karşısında
insanlığın günümüzdeki halini de görüyoruz. Salgın artık aşikâr
olduğunda limanda yığılan, can derdine düşmüş Minger halkının
kapıldığı bencilliği aktaran yazar, şunları söylüyor: “Adadan hemen
kaçan kişilerin hem en ‘egoist’ ruh hali içinde olduklarını hem de
mantıklı davrandıklarını hatırlatmak isteriz. Oysa o günlerde
karantinacıların ve Vali’nin aradığı şey dayanışma ve
fedakarlıktı.” (sy. 167)
Kitabın ilk yarısında bize Osmanlı’nın düzenini, Abdülhamit
dönemini, roman kişileri vasıtasıyla dönemin insanlarını, askerler,
devlet adamı, din adamı, esnaf, eğitimli doktor ya da eczacı Rum ve
Müslüman Osmanlı vatandaşlarını tanıtıyor Veba Geceleri. Minger
adasındaki veba salgınıyla birlikte olaylar yavaş yavaş gelişiyor
ve Vilayet Baskını’ndan sonra hareketlenip toplumsal ve siyasî bir
dönüşümün kahramanları halini alıyor. Sanki her şey bir
imparatorluğun yıkılıp, içinden irili ufaklı ulus devletlerin doğma
sürecinin ironik bir anlatısı gibi. 20'nci yüzyıl Osmanlı
coğrafyasındaki siyasî ve toplumsal ilişkiler, düşünce biçimleri ve
dönüşümleri okuyoruz. Sanki Orhan Pamuk, dudaklarında bir
tebessümle, kahramanlarına karşı şefkatini yitirmeden, ama büyük
tarihî anlatıları bir parça da olsa parodileştirmekten kaçınmadan
aktarıyor hikayesini.
Roman karakterlerinin pek çoğu tarihin akışına kapılıp tarihî
kişiliklere dönüşüyorlar. Vali Paşa, valiliğini yitiriyor ve
Başnazır Sami Paşa adını alıyor, Pakize Sultan görev üstlenip
Kraliçe Pakize oluyor, Kolağası ise bu anonim Osmanlı subayı
isminden sıyrılıp Komutan Kâmil olarak bir ulusal kahramana
dönüşüyor… Oysa herkes başka bir hayat tahayyül etmektedir. Vali
Paşa sevgilisi Marika’yla, Kolağası güzel karısı Zeynep’le ve
Pakize Sultan kocası Doktor Nuri’yle kendilerini Minger’in tatlı
iklimine ve gül kokularına bırakıp aşk içinde huzurlu bir hayat
yaşamayı, tarihî kişiliklere dönüşmeye tercih edebilirlerdi.
Ama hayat onların tercihlerine göre akmıyor tabii ki; Komutan
Kamil’in karısı Zeynep’in hastalanması romanın dokunaklı sayfaları
arasında yerini alıyor. Çok sevdiği hamile karısını hasta yatağında
yalnız bırakamayan, onun yanından ayrılmakla neferlerini komuta
etmek arasında sıkışıp kalan Kamil’in iç çatışması, Zeynep’in ölüm
karşısındaki çaresizliği ve güzel bir hayat ihtimalinin elinden
kaçıp gitmesi karşısında kapıldığı derin üzüntü çok dokunaklı ve
etkili anlatılıyor. Zeynep için üzülüyoruz, tıpkı Komutan Kâmil
için, eczacı Nikiforo için, hatta Sami Paşa için üzüldüğümüz gibi…
Çünkü roman karakterlerini sevip anlamamızı sağlıyor Orhan
Pamuk.
Kitap çocuk yaşlardaki Mina Mingerli’nin, artık 90 yaşındaki
Doktor Nuri ve Pakize Sultan’la buluştuğu, bize hayatın
sürekliliğini hatırlatan, geçmişin çoğu kez tatlı hatıralarla geri
gelmeyi tercih ettiğini gösteren duygusal bir bölümle bitiyor.
Mina, kendisine hediye edilen üç boyutlu Minger kitabına bakarken
şunları düşünüyor “Ama havadaki top top bulutlardan evlerin damının
kırmızısına ve ağaçların yeşilinden Kalenin kulelerine, bu harika
manzarada öyle bir yan vardı ki, insan burasının hem kendi evi hem
de bir masalın parçası olduğunu kendiliğinden düşünüyordu.”
Konu aldığı dönemin ruhunu tekrar hatırlatan, ‘Yaşasın Minger,
yaşasın Mingerliler, yaşasın Hürriyet’ sloganıyla sona eren bu
kitabı okurken biz Türkiyeli okurların kapıldığı duygu da galiba
tam olarak bu.
Burasının hem kendi evimiz olduğunu hem de bunun aslında gerçek
değil bir masal olduğunu hissediyor ve hatta biliyoruz…