Yalın gerçeği yinelemek: Yerkürenin bir yerlerinde bir şeyler oluyorken, aynı dönemde başka yerlerinde de başka bir şeyler oluyordur. Olan bitenin önemi, tarihin akışına etkisi, küresel güçlerin karar alma düzeneklerindeki önceliği sonradan, geri dönüp bakıldığında anlaşılır. Tüm bu olaylar dizgesi, o verili anda aralarında bir bağlantı yokmuş gibi gözükse de, bir bütün oluşturur.
Yalın gerçeği yinelemek: Bir insan öldüğünde, daha kötüsü hangi koşullarda ve gerekçeyle olursa olsun, başka bir insan yahut insanlarca öldürüldüğünde insanlık eksilir, biz insanlığımızdan eksiliriz. Ölümün telafisi yoktur, giden geri gelmez. Dindar biri sayılmam ama “öldürmeyeceksin” üç semavi dinin de öğretisidir. Bugün belki bunu söylemek, burada, artık sayıklamaktır.
Örnekse, biz burada Bosna ve (I.Körfez Savaşı bağlamında) Kuzey Irak’la ilgiliyken, Kuzey Kore’nin nükleer silah yapabilme kapasitesine eriştiği ortaya çıkmış, Vaşington’un eli tetiğe gitmiş durumdaydı. Moskova’da ise, düşünebiliyor musunuz, Devlet Başkanı Yeltsin Duma (meclis) binasını tanklarla topa tutturuyordu. Yine örnekse 1956’da hem SSCB Macaristan’ı işgal etti, hem Britanya-Fransa-İsrail Süveyş Kanalı’nı işgale kalkıştı. Biz de Suriye’ye girmek üzereyken durmuştuk.
Cennetmekan lise hocam Mişel Tagan sağ olup okuyaydı, bu paragrafların yanına “banalité” yazardı muhtemelen. Yalın gerçekleri yinelemek. Bir önceki yazımdaki “bu pozisyon kaçmaz” diye öten papağan canlanıyor gözümde. Sözü zorlayalım yine de. Konuşanlar dövüşmez veya daha zor dövüşür diye iman tazeleyelim.
Öğrenmek için önce merak etmek gerek, sonra o merakı ömür boyu canlı tutmak. Karar alıp, yönetmek için ise odaklanmak. Alın size bir “banalité” daha. “Dış siyasette etkinlikle, işgüzarlığı birbirlerine karıştırmamak önemlidir” demişti eski hariciye müsteşarlarından Büyükelçi Uğur Ziyal. Zihninde belirli bir sima vardı sanırım o devirde. Sizin zihninizde de bir profil belirdi mi?
Şimdilerde görüşmediğim bir arkadaşım ise Mülkiye’deyken etkilendiği bir hocasını “don lastiği gibi adamdır” diye överek betimlemişti: “Hangi konuyu sorsan, o konuda derinleşebilir.” Devlet idaresinde de birikim, deneyim denli “panoramik” tarih anlayışı fark yaratır diyebiliriz. Ancak tarih bilincinin “derinliği” de öyle. Olmasa, DeGaulle rahmetli, ne Cezayir’in bağımsızlığını tanıyabilirdi, ne Fransa nükleer güç (“bombinette”) olabilirdi. Ne 1969’da istifa edip, yeni Fransa’nın önünün açabilirdi diye ekleyebilir miyiz?
Yön değiştirebilmek de bir liderlik hatta iyi siyasetçi meziyeti. “Churchill & Orwell” kitabının da yazarı olan kıdemli ABD’li gazeteci Tom Ricks, Churchill için geçenlerde “her zaman kafamı kurcalamıştır, tüm hayatı bir başarısızlıklar zinciri, yalnızca 1940’da olağanüstü bir yıl geçirdi, onda da Batı’yı (yok olmaktan) kurtardı” paylaşımında bulundu**. Boer Savaşı’nda esir düşmekten, Çanakkale hezimetine, siyasi bitkisel hayattan II'nci Dünya Savaşı’nın muzaffer başbakanlığına, anılarını yazarak 1953’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya uzanan uzun bir hayat onunki.
Pek çok kez yazdım burada: Sağduyu, uzgörü, soğukkanlılık iyi hariciyecinin aranan özellikleri. Yahut bize öyle öğretildiydi. Hariciyeci, dosyasının tüm veçhelerini somut biçimde siyasi karar alıcıya aktarır. Sürekli bir çıkış kapısı bırakmaya özen gösterir. İşinin doğası gereği de durmaktan yanadır. Asker ise siyasi talimatı aldıktan sonra sadece ileri gider. Mesela Patton’a kalsaydı, Jukov’dan önce Berlin’e girecek, belki Avrupa’ya Demir Perde inmeyecekti. Ancak o dönemin “yeni dünya düzeni” gereği Patton’un yakıtı kesildi. Aslolan siyasettir.
Başlığın İspanyolca aslı ise “Viva la muerte, abajo la inteligencia!”: 12 Ekim 1936 tarihinde, Salamanca Üniversitesi amfisinde yazar Miguel de Unamuno’ya diktatör Franco’nun generallerinden Millan-Astray böyle bağırmıştı. Bu defa yine bir önceki yazımdaki hindiyi anımsıyorum, hani şu konuşmayıp düşündüğü için papağanlardan değerli olanı. Zira Franco da 1975’te yatağında öldü 82 yaşındayken.
“Quietism” deniyor, “sessizcilik” diye mi tercüme etmeli? Uzma Ayetullah Sistani böyle mesela. Edebiyatçılardan Samuel Beckett için öngörülebilir belki bu tercih. Aydının susması anlamlı bir eylem midir? Aydın var mı, kaldı mı? Aydınların, aydınlanmanın devri doldu mu? Çocuklarımıza düştükleri yerden kalkmanın, asla pes etmemenin, skor ne olursa olsun oyunun içinde kalmanın yaşamsal önemini öğretmiyor muyuz?
Tüm futbol hayatını Barcelona’da geçiren efsane kaptan Carles Puyol’u arkadaşları “4-0 önde olsak da takımın dikkatinin dağılmaması için sürekli uyarır. 4-0 yenikken de son düdüğe dek sanki maçı çevirebilecekmişiz gibi bizi cesaretlendirir. Bu yönleriyle aslında tam bir baş belasıdır. Ama böyle baş belalarına her takımda ihtiyaç vardır” diye anlatıyorlar. Puyol da tevazuyla kendini “ben yetenekli olmayan ama açığını fazladan çalışarak kapatan öğrenci oldum her zaman” diye tanımlıyor.
Bize Churchill’in 1940 performansını yaşatacak bir Puyol lazım belki. Minnetle andığım o lise hocam Mişel Tagan, bir de “conclusion bâclé” yazardı kompozisyon kağıtlarımızın sonuna: “şişirme sonuç”. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.
*Yüreği kaldırabilecek olanlara İsrailli yönetmen Samuel Maoz’un 2009 yapımı, Berlin ve Cannes film festivallerine katılımı reddedilip, Venedik’ten Altın Aslan ödülünü alan “Lebanon” filmini izlemelerini öneririm. Askerleşen sivil, siviller ve savaş gibi temalar üzerine düşünmek isteyenlerin ilgisini çekecektir sanırım.
**Churchill’in o dönemi için bizde gösterilen Joe Wright’ın 2017 yapımı “The Darkest Hour” filmini özellikle öneririm.