Hollywood’da bazı yönetmenlerin ‘sinsi’ olduğunu düşünenlerdenim. Hele de çok yetenekliyse filmlerini izlerken hep öküz altında buzağı aramak gelir aklıma ve genellikle de o buzağı bir yerlerde kamufle olmuş olarak bulunur. Bu yönetmenlerin şahikası Steven Spielberg’dir kanımca. Bir sinema dehası olduğu su götürmez olan Spielberg’in her filminin bir köşesine sinmiş bir ‘muhafazakârlık’, ille de ‘Amerikan rüyası’ ve ‘ajitasyon’ kesinlikle vardır. Ama onun mahareti bütün bunları kör gözüm parmağına yapmamasıdır. Ustalığı böylesi bir hamaseti yaparken bile seyirciyi kavramasında yatar. “Schindler'in Listesi”ndeki tek renkli kareyi düşünün mesela. Kırmızı paltosuyla küçük bir kız kalabalıktan ayrılır. Ama kadrajın odak noktasında değildir, seyirci onu belli belirsiz fark eder. Bir süre sonra yine odak noktasında olmadığı bir anda öldürülmüş insan yığınları içinde kırmızı bir palto görürüz. Seyircisi ajite etmek için bulunmuş ustaca bir yöntemdir bu ve asla gözünüzün içine sokmaz.
Bir Damien Chazelle filminin girişine Steven Spielberg ile başlamak tuhaf kaçabilir ama değil. Spielberg ve kuşağı 70’li yıllarda tıkanan Hollywood’un yeni can damarı oldular. Hem ana akım sinema yapıyorlardı hem de usta birer yönetmendiler. Onların verdiği nefes Amerikan sinemasını bambaşka bir boyuta taşıdı. Ne var ki Amerikan ana akım sinemasının son yıllarda ciddi bir kriz yaşadığı sadece bizim yazıp söylediğimiz bir şey değil. Orada da tartışılıyor. Bağımsız sinema bir yana ana akım Amerikan sineması, geçmişten çağırdığı ve çizgi romanlardan çıkardığı kahramanlarla gişede tutunuyor ama ortada bir yenilik olmadığı da aşikâr. İşte Damien Chazelle, “La La Land” (Âşıklar Şehri) ile Hollywood’a yeni bir nefes üfleyecek isim olmaya aday olduğunu göstermişti. Bugün gösterime giren “Ayda İlk İnsan” (First Man) ile de “tacımı verin bana” diyor adeta. Tevekkeli de değil, filmin yapımcılarından birisi Steven Spielberg. Tarih bazen tuhaf ironiler yapabilir. Spielberg’in Damien Chazelle’e el vermesi önemli bir an olacak belki de Hollywood tarihinde. Bu film için akla gelen bir başka ironi de yönetmen olarak ilk önce Clint Eastwood’un adının geçmesi. İhtiyarın son dönemdeki filmleri bir rehber olacaksa “made in Amerika” filmi çıkması muhtemelken, “bu insanlığın başarısıdır, insanlık da Amerika’dır zaten” filmi izlemiş bulunduk.
Damien Chazelle’in alametifarikası da bu zaten. Daha otuzuna gelmeden “Whiplash” ile bildik Hollywood hikaye yapısını ‘usta/çırak’ (Subay ve Centilmen) tam da kendi kuşağının ruhuna uygun bir öyküyle harmanlayarak Oscar’ın kapısına dayanmayı başarmıştı.
Otuz yaşını daha yeni devirmişken, altı ödülün yanına yanlışlıkla ve kısa süre olsa da (!) en iyi film Oscar’ını da eklediği “La La Land” ile ‘öldü’ denilen müzikali, bir kuşağın başka bir filmde görse klişe bulacağı bir aşk hikayesiyle diriltirken de büyük övgüler almayı başardı. “La La Land”, gücünü de eski usul olmasından, hikayesinin basitliğinden değil; bütün bu bilindikleri, bu çağın seyircisinin ruhuna uydurma becerisinden alıyordu. Nihayetinde iki film de geçmişin ruhlarını çağırırken, bugünün katı gerçeğine yaslanarak inandırıcı hale gelmeyi başarıyordu. Eğer başarılı olmak istiyorsanız, ‘babanızı bile tanımayacaksınız’, ‘aşk meşk işlerine girmeyeceksiniz’. Market rafında duran ve büyük bir tutkuyla alıp heyecanla tüketip unuttuğumuz bir ürün gibi, paketlenmiş başarı hazzı, nostalji duygusu. ‘Vintage’ kıyafetle plazada işe gitmek gibi!
Damien Chazelle ilk kez kendi elinden çıkmayan bir senaryo için kamera arkasına geçince ister istemez bazı şeyler de değişiyor ama temel yaklaşımın aynı olduğunu söylemek gerek. James R. Hansen’in Ay’a ayak basın ilk insan Neil Armstrong’un hayat hikayesini anlatan kitabından Josh Singer’ın (Wikileaks: Besinci Kuvvet, Spotlight, The Post) kaleme aldığı senaryo bir başarı öyküsünden çok kahramanının ruh haline odaklanıyor. Daha NASA’ya girmeden ve Ay yolculuğu projesine dâhil olmadan önce kaybettiği küçük kızının acısını unutmanın bir aracına dönüşüyor bu macera Armstrong için. Böylece bu bilindik hikayeye yeni bir kapı aralanıyor. Damien Chazelle’in marifeti çok müsait olmasına rağmen görkemli sahnelerden uzak durması. Uzay filmlerinden alışık olduğumuz büyük boşluklar ve sonsuzluk duygusu yerine hep dar açıda kalması. Uzayın da ancak bizim gördüğümüz kadar büyük olabileceği hissini diri tutması. Evrende görebildiğimiz parçanın ancak Armstrong’un mekiğin küçük penceresinden görebildiği kadar olduğu hissini uyandırması. Seyirciyi de o mekiğin içine koyarak, yükselişle birlikte kahramanın yaşadığı büyük sarsıntıyı (mecazi anlamda da tabii ki) deneyimleme olanağı sunması. İnsanoğlunun uzun yolculuğunun önemli duraklarından birisi olan bu macerayı abartılı bir görkemle anlatmak yerine, nihayetinde varılacak bir durak olarak ele alması.
Filmin Oscar’da birçok adaylık elde edeceğine şimdiden garanti gözüyle bakılıyor. Her ne kadar Ay yüzeyine dikilen ABD bayrağının gösterilmemiş olması ciddi ciddi eleştiriliyor olsa da bunun bir sorun olacağını sanmıyorum kendi adıma. Damien Chazelle, beş yılda çok sağlam bir şekilde inşa ettiği sinemasıyla Hollywood’un aradığı taze kan olduğunu açık açık gösteriyor. Hollywood ruhuna sonuna kadar sadık ama onu yeniden tanımlamak isteyen bu genç prens emin adımlarla tacına doğru yürüyor.
ORİJİNAL ADI: First Man
YÖNETMEN: Damien Chazelle
OYUNCULAR: Ryan Gosling, Claire Foy, Jason Clarke, Kyle Chandler, Corey Stoll, Ciaran Hinds, Patrick Fugit, Lukas Haas
YAPIM: 2018 ABD
SÜRE: 142 dk.
Not: Bu hafta vizyona giren Mahmut Fazıl Coşkun’un ‘Anons’ filmiyle ilgili Adana Film Festivali sırasında bir değerlendirme kaleme almıştık. O yazının linkini de meraklısı için şöyle bırakalım:
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/09/28/adana-film-festivali-gunlukleri-3-bugunu-olmayan-tarih/