Kişisel problemlerimiz gibi herhangi bir toplumsal sorun da
gerçekten çözülmek istenirse ilkin doğru teşhis ve tanı gerekli.
Çözümün yolu o sorun adını ağzımıza alabilmekten geçiyor. Adını
anamadığımız bir sorunu çözemeyiz. Ve tabii ki sorunu doğru
isimlendirmek de çözümün başlangıcı için gerekli temel adımlardan.
Bu iki şartı gerçekleştirmeden yapılanların havanda su dövmekten
farkı yok.
Nitekim adlı adınca söylenmediği, kadına yönelik şiddet gibi
öznesi belirsiz bırakıldığı, eksik tanımlandığı için tüm dünyada ve
bizde tırmanıyor, erkek şiddeti. Erkek şiddetinin can alan boyutu
da kadın cinayetleri olarak yine aynı şekilde eksik isimlendirmenin
getirdiği mücadele zorluğu nedeniyle dehşet verici sayılara çıktı
yine. Son bir yılda 474 kadının ataerki cinayetleriyle öldürülmesi
ama failleri harekete geçiren temel saiki görünmez kılan kadın
cinayetleri ismiyle anılması, beni sayının yüksekliği kadar dehşete
düşürüyor.
İngilizce femicide, Türkçe kadın cinayeti kavramının, devletler
ve BM, AB gibi devlet üstü yapılardaki kabulü, ataerkilliği
görünmez kılışından kaynaklanıyor, büyük ihtimal. Dünyada ve
Türkiye’de kadınların kendilerine yönelen özel bir suç türüyle
karşı karşıya olduğu gerçeğinin kabulü, bu özel suç türünün arka
planını oluşturan düşünce dünyasının gizlenmesiyle mümkün kılındı.
Ulusal ve uluslararası çözüm üretme çabaları sürüyor ancak ataerkil
zihniyet suçlu ilan edilmediği için şiddetin egemenliği de sona
ermiyor. Eksik/yanlış isimlendirmenin, şiddetin tırmanışındaki payı
büyük ve şiddetle mücadele ediyormuş gibi görüntü sergileyen
politik savsaklamaları da kolaylaştırıyor.
Dünyada siyasi karar verici ve uygulayıcıların çoğunluğu erkek
ve yazık ki onların da çoğunluğu ataerkil olduğu için femicide veya
kadın cinayeti gibi öznesi belirsiz suç tanımıyla, kadınların
şiddetten korunması yönünde daha büyük adımlar atılacağı
varsayımına dayanıyor bu isimler. Ancak şiddetin failini görünmez
kıldığı gibi kadınları da öğrenilmiş çaresizlik duygusuna
sürüklediği için şiddetle mücadelede yapıcı katkısından söz
edilemez. Ataerki cinayeti yerine kadın cinayeti demek, eril şiddet
yerine kadına yönelik şiddet demek bir bakıma cinsiyet eşitliği
yerine cinsiyet adaleti kavramının kullanılması kadar orta yolcu
bir yaklaşım olarak kalmıştır, günümüzde. Suları çok bulandırmadan
erkekleri, kadınların ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye ikna etmenin
aracı gibi görüyorum bu isimlendirmeleri. Fakat işe yaramıyor,
yaramayacak da.
Radikal adımlar atılması gerekiyor. Toplum genelinin gerçeği
görmesi için burnunun duvara toslaması şart. Hani herkesin dilinden
düşürmediği o zihniyet dönüşümü var ya o dönüşüm yuvarlak isimlerle
sağlanamıyor işte. Daha köşeli net tanımlarla anmamız gerekli bu
şiddeti ki gerçekten utanç duyan erkek sayısı artsın ve o zihniyet
dönüşümünün yolu açılsın. Yoksa zihniyet aynen devam ederken
yapılmış yasa ve sözleşmenin de anlam taşımadığını görüyor,
yaşıyor, biliyoruz.
Örneğin R. T. Erdoğan'ın “Kimse bana kadınla erkek eşittir
dedirtemez” dediği 2011 yılında, İstanbul Sözleşmesini de alâ-yı
vâla ile imzalamıştı. Üstelik Türkiye, sözleşmenin ilk imzacısı
olduğu gibi Avrupa Konseyi üyesi diğer ülkelerin imzalaması için de
yoğun diplomatik çaba sergilemişti. Buna rağmen 2016 yılında kadına
yönelik şiddetle mücadele amacıyla düzenlediği toplantıda “tamam
haklar bakımından eşitlik vardır” görüşünü serdettiği halde
İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanması yönünde titizlik beyan etmedi.
İstanbul Sözleşmesi uyarınca kurulan bağımsız denetçiler
komitesinde (GRAVIO) ilk temsilcimiz ve komite başkanı Feride Acar
da görüşmede bulunduğu halde sözleşmenin temel kavramlarından taviz
verildiği açıktı. Toplumsal cinsiyet eşitliği ile toplumsal
cinsiyet adaleti kavramlarını tartıştırmayı tercih etmişti
Cumhurbaşkanı. Gerçi tartışma sonunda yukarıda yazdığım gibi haklar
bakımından ifadesiyle sınırlayarak da olsa “eşitlik vardır”
dedirtecek denli köşeye sıkıştırmıştık ama yine de zihniyet
değişmedi.
Zihniyet dönüşümü sağlanmadan imzalanmış olması nedeniyle yeter
sayıda ülkenin onaylamasıyla yürürlüğe girdiği tarihten (2014)
günümüze kadar gerçek anlamda uygulanmadı. O tarihlerde başlayıp
giderek etkisini arttıran karşıt kampanyanın siyasi irade üzerine
kurduğu baskı nedeniyle ilgili bakanlıklar sözleşmeyi yok saydı,
çoğunlukla. Siyasi irade yol verdiği için sözleşme karşıtı kampanya
güçlenip toplumu etkilemeyi başardı. İktidar ve bürokrasi de halk,
sivil toplum gerekçesiyle karşıt kampanyayı bahane ederek
uygulamadığı için tırmandı, şiddet. Ciddi bir çarpıtmayla şimdi de
“sözleşme ve yasa yüzünden şiddet tırmanıyor” tezviratını
kampanyaya malzeme yapıyorlar.
İktidarsa şiddetle mücadele için genelge yayınlıyor. Yıl
biterken birbirine yakın tarihlerde yayınlanan iki genelge,
ataerkiden taviz verilmediği halde kadına yönelik şiddetle mücadele
ediliyormuş gibi görüntü vermek amacını yansıtıyor. Önce Adalet
Bakanlığı ve 31 Aralık gecesi de İçişleri Bakanlığı, yargı
organlarına ve birimlerine, şiddetle mücadele ilkeleri gereği
uygulamada birlik sağlayacak talimat yayınladı. Yıllar önce
yürürlüğe giren sözleşmenin gereği olan ortak mücadele yöntemi,
sözleşmenin adı anılmadan, genelge hükümlerinin içine sızmış,
görünüyor. Yani hâlâ yasa ve sözleşmeyi uygulama niyeti yok. Ama
yasa ve sözleşmenin şiddetle mücadele ilkeleri uygulanmadan erkek
şiddetinin önlenemeyeceği de zımnen kabul edilmiş oluyor
genelgelerde. Şiddetin adı doğru konmadığı gibi şiddetle mücadele
ilkeleri de yasa ve sözleşmeye gerektiği gibi atıf yapılmadan,
isimlendirmeden yazılınca sonucun değişmesini beklemek de hayal
olur.
25 Kasım'da ilan edilen ve üç bakanlık arasında gereken
uzlaşmanın büyük ölçüde sağlandığı belirtilen, şiddetle ortak
mücadele mutabakatının gereği olmalı bu genelgeler. Gerçi Şiddet
İzleme Komitesi toplantısında yapılan açıklamalardan üç bakanlığın
ortak genelge yayınlayacağı anlamı çıkıyordu. Ancak duyumlara göre
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı atıl kalıp geciktiği
için ayrı ayrı yayınlandığı sonucu çıkıyor. Her neyse mücadele
azminin tüm hükümeti kapsıyor görünümüne ulaşması için hâlâ bir
bakanlığın irade beyanında gecikmesi değil tek eksiklik. Zira
yayınlanan genelgeler gerçekte 2014’ten beri uygulanması gereken
İstanbul Sözleşmesi'nin kimi hükümlerini içeriyor. 2012’den beri
yürüklükte olan şiddet yasası (6284) uyarınca yapılıyor olması
gerekenlerin sadece bir kısmını içeriyor genelgeler. Özcesi ortada
eril şiddetle mücadele hâlâ yok. Sadece kadına yönelik şiddetle
mücadele edilmek isteniyormuş gibi yansıtılıyor, topluma.
Ve genelgeler asıl olarak ataerkil zihniyet değişmediği için
şiddetle şimdiye kadar gerçek anlamda mücadele edilmediğinin
itirafı niteliğinde. Çünkü son yedi yılda yasa, son beş yılda
sözleşme yürürlükteyken bu bakanlıklar tarafından uygulanmadığı,
genelgelerin içeriğiyle itiraf edilmiş. Zira genelgelerin içeriği
yasa ve sözleşme doğrultusunda zaten yapılması gerekenlerin
yapılmasını söylüyor, uygulayıcılara. Yasa ve sözleşme gereği
yıllardır yapılıyor olması gerekenler, yeni bir buluş gibi
sunulmuş, yargı mensuplarına, emniyet birimlerine ve kolluk gücüne.
Yargı organlarına, emniyet birimlerine, kolluk gücüne genelge ile
duyurulması bu maddelerin aslında kamu görevlilerinin görevlerini
yerine getirmek için gereken yasayı bilme yeteneğinden ve yasaya
uyma zorunluluğundan uzak olduklarını da gösteriyor.
Yıllardır uygulanmayan mevcut maddeler, 2019’un son günlerinde
iki genelgeyle duyurulunca uygulanır hale gelecek mi, şüpheliyim.
Bizler şiddetle mücadele alanında isimlendirmeden başlayarak
radikal adımlar atmadığımız sürece değişen bir şey olmayacak gibi.
Şiddetle mücadele için adını eril şiddet koyarak ataerkil zihniyeti
ifşa etmeli ve bu yolla zihniyet dönüşümü adına ataerkilliği bir
adım geriletmeliyiz.