Yasir Bodur: Hayatlarını koruyacaksa göçmenlerin izolasyonu bile düşünülebilir
Göçmen hakları üzerine çalışan aktivist Yasir Bodur’a göre, mülteciler konusunun büyük ölçüde bazı siyasilerin ve mülteci karşıtı grupların manipülasyonu sonucu gerçekleştiğinin en önemli kanıtı, kentte neredeyse hiç mülteci olmamasına rağmen Bolu’daki mültecilere dönük antipati. Mülteci sorununu kaşıyanların büyük ölçüde sosyal medyada örgütlendiklerini belirten Bodur, son olayların hükümet müdahalesindeki gecikme nedeniyle yaşandığı kanaatinde.
Ekonomik kriz arttıkça mülteci meselesi gündemden düşecek gibi görünmüyor. Son olarak Ankara Altındağ'da yaşananlar, göçmen meselesinde hükümetin acziyet ve stratejisizliğini ortaya koyarken öte yandan da sorunun artık bambaşka bir noktaya geldiğini gösterdi. Altındağ olaylarından sosyal medyadaki mülteci nefretine, kifayetsiz politikalardan uluslararası alana, mülteciler konusunu enine boyuna Yasir Bodur’la konuştuk.
Bu söyleşiyi yaptığımız sırada Bolu’daydın, Bolu’daki gözlemlerini aktarır mısın? Bolu’da mülteci sorunu diye bir sorun var mı, Başkan Tanju Özcan neden böyle bir açıklama yaptı, bunun arka planı nedir?
Ben aslında Bolu’ya başka bir sebepten gelmiştim, ama burada vakit bulmuşken merkeze gidip biraz insanlarla görüşmek istedim. Konuştuğum kadarıyla şöyle bir manzara var: Türkiye için aynı profili herhalde söylemek mümkün, buradakilerde göçmenlere karşı bir antipati var. Tabii ilk argüman; maaşlar düştü, iş olanakları azaldı gibi bir yerden başlıyor. İkincisi; 'onlar zaten entegre olamaz’la devam ediyor. Biraz daha detaya inince Suriyeli ile Afgan arasında bir fark yok, göçmen olması yeterli onlar için. Ve burada daha çok; 'bunlar savaştan korkup kaçtılar, vatanını terk ettiler' diyorlar, bir yandan da 'bunlar terörist' diyorlar.
Fakat şöyle bir gariplik var: 'Burada çalıştığınız yerde, komşularınızda göçmen var mı?' sorusuna neredeyse hepsi 'hayır' diye cevap veriyor. Yani neredeyse burada göçmenlerle bire-bir etkileşim, yüz yüze etkileşim yok, bu inanılmaz bir şey. Göç İdaresi'nin verilerine de baktım, nüfusa oranı en düşük illerden bir tanesi, yüzde 1,5’tan biraz fazla nüfusa oranı. Dolayısıyla burada sadece medya üzerinden oluşan algıyla bir göçmen karşıtlığı var ve bununla birlikte Bolu’da göçmen yok gibi bir şey. Olan göçmenlerin nerede yaşadığına dair bir bilgim yok.
Peki, sen bunun toplumsal ve psikolojik arka planına ilişkin ya da toplum psikolojisi açısından değerlendirdiğinde ne görüyorsun?
Bu bence bütün dünyanın problemi, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Fakat biz burada göçmen yoğunluğuna her geçen gün daha da şahit olduğumuz için, bir de bunun kontrolsüz olması durumu var, yönetilmemesi durumu var, bu da tabii bütün bunları perçinliyor. Dolayısıyla ekonomik krizin, hep olduğu gibi ilk günah keçisi de yabancı olan, bizden olmayan kişilere yöneliyor. Dolayısıyla bu, sağ partilere de inanılmaz bir alan açıyor, onların da alkış alabileceği bir kitleyi yaratıyor.
Tabii bunu Bolu’dan çıkartıp biraz daha benim sahamı yürüttüğüm İstanbul’a getirirsek, orada bu her zaman var. Yani bir bölgede Türkler oturup daha sonra Kürtler geldiğinde bu nefret Kürtlere yöneldi ya da Boşnaklar geldiğinde aynı şey onların da başına geldi. Romanlar, ardından Afrikalılar ve son olarak da Suriyeliler. Tarlabaşı’nda bu tepkilerin nasıl göçmenlere yöneldiğini gözlemledik. Şimdi de yavaş yavaş Afganlara yöneliyor. Dolayısıyla burada yerleşik olan, göçmenler içinde de böyle bir tabakalaşma belli ölçülerde göze çarpıyor. Dolayısıyla burada bu yabancı düşmanlığının kökenleri siyasi çalkantı ve ekonomik istikrarsızlık nedeniyle çok kolay bir şekilde zemin buluyor, tabii bu öfke hiçbir zaman doğru yöne yönelmiyor. Yani mesela en güçlü argüman olan; göçmenler işimizi elimizden aldı argümanı, aslında tamamıyla işveren ya da iş hukukunun problemi. Halbuki burada sağlıklı bir tepki, işverene ikisinin de sigortalı olduğu bir senaryo üzerinden itiraz etmek. Ya da 'savaştan kaçıp geldiler' argümanına bakıldığında, Türkiye’nin Afganistan’da ne işi var, Suriye’de ne işi var gibi sorular hiçbir zaman akla gelmiyor.
Medyanın rolüne ilişkin ne söylemek istersin? Örneğin Suriyeli mülteciler konu kendileri ama haberlerin içerisinde bir aktör olarak yoklar. Onlar nasıllar, nasıl bir halet-i ruhiye içerisindeler?
Ankara’daki olaylar patlak verdiğinde mülteci bir arkadaşımdan “Abi nasılsın, burada durumlar çok kötü. Yunanistan’daki güvenlik durumundan haberin var mı, biz bir an önce buradan kaçmak istiyoruz” diye bir mesaj aldım. Ankara’da gördüğü görüntüler onu tabii çok tedirgin etmiş. Medyada bu konu çok fazla gündeme gelmiyor, bu nefret daha çok sosyal medya üzerinden örgütleniyor. Bununla birlikte 2014, 2016 ve 2019’da Maraş’ta, Ankara’da ve İstanbul Halkalı’da, Küçükçekmece tarafında yine sosyal medya örgütlenmesiyle linç girişimleri daha önce de oldu. Bunlar yine sosyal medya üzerinden örgütlendi ve benzer hesaplar aleni bir şekilde onların evlerini yakacağız tarzı tweetler attı, bunları arşivlerden, haber sitelerinden…
Bu hesaplara ilişkin bir bilgi var mı, yani kimdir, nedir bu hesaplar? Politik bir bağlantısı var mı, ideolojik bir bağlantısı bu hesapların, yoksa belirsiz, belli olmayan hesaplar mı?
Bu hesaplar büyük çoğunlukta anonim. Önceki linç kampanyalarında 2019’dayken yine bir emniyet operasyonuyla epey bir kişi gözaltına alınmıştı, tabii akıbeti ne oldu bilmiyoruz. Bu en son Altındağ meselesinde de bu hesaplardan yanılmıyorsam 39 kişinin gözaltına alındığı bilgisi paylaşılmış emniyet ve valilik tarafından.
Tabii bir de bu medyadaki görünümüyle birlikte göçmenlerin bir de kendi medya araçları meselesi var. Tabii göçmenlerin medyayı kullanma durumu biraz yerleşikleşmesiyle ilintili. Çünkü belli ölçüde ekonomik ve sosyal sermayenin getirisi olarak göçmenler medyada kendini ifade edebilme imkanı yakalıyor. Fakat tabii bizim şu an için bunu görmemiz erken, fakat ilerleyen zamanlarda göçmenler bu sermaye alanlarındaki güçlerini artırdıkları ölçüde medyadaki, kendi medyalarındaki kendilerini ifade etme olanakları da artacak.
Bununla birlikte tabii bazı Suriyeli ve Afganistanlı dernekler var. Fakat bu etkileşimler çok limitli olması itibariyle ev sahibi toplumla, yani Türkiyelilerle bir iletişime geçme olanakları çok düşük. Tabii bütün bu hikâyenin sosyal medyada örülüyor olması, bize yankı odaları denilen, eko çember denilen hikayeye götürüyor. Burada göçmen karşıtı olan gruplar kendi yankı odalarında kendi mecralarının haberleriyle karşılaşıyorlar. Bizim gibi şeye karşı konumlananlar da buralardan çok fazla haberleri olmuyor.
Neye karşı konumlananlar?
Yani ırkçılığa, yükselen sağcılığa karşı. Fakat burada bu son dönemlerde Twitter hesaplarında halka işaretinin yaygın kullanılmasıyla birlikte, kırmızı halkada ülkemde sığınmacı istemiyorum diye profiller çıktı. Tabii burada Sinan Oğan, İlay Aksoy ve Ümit Özdağ’ın fanatikleri, onların tweetlerini retweetleyenlere ve beğenenlere baktığımızda bu profilleri çok rahat ayırt edebiliyoruz. Bunların içinde gerçek hesaplar da var, fakat büyük ölçüde anonim hesaplar. Bu da tabii anonim hesaplara bir yaptırımın imkansız olması nedeniyle çok daha cesaret buluyorlar. Bu işte o dediğim gibi önceki Maraş’ta, İstanbul’da ve Ankara’da örgütlenen sayıları 2 bin, 3 bin, 4 bini bulan örgütlenmeler de bu fake hesaplardan. Fakat orada bir polis müdahalesinin olmaması ya da edemiyor olması bunu körüklüyor. Bununla birlikte bir de şu da var, benim düşüncem şu: Ben daha önce öldürülen Suriyeli ailelerin cenazesini ziyaret ettim. İkisi de cinayet işlendikten hemen sonra, 24 saat bile geçmeden önce Süleyman Soylu’nun, ardından Hulusi Akar’ın arayıp taziye ilettiğini aktardı bana. Burada yine artan tansiyonlara polisin anında müdahale ettiği belirtiliyordu. Yani 2012’den beri göçün burada olduğunu düşününce aslında bu linç meselesinin geniş çapa ulaşmaması mucizevi bir olay. Bunun tabii en büyük emniyet supabı da; burada polisin anında müdahale edip kalabalığı dağıtmasıydı. Fakat Ankara’da yaşanan olayda müdahale edilmediği yönünde bir iddia vardı. Tabii bu gittikçe artık siyasetsizliğin bütün nefretin, öfkenin, ekonomik krizin göçmenlere yöneldiği bir pozisyonda, Afgan göçlerinin de gelmeye başladığı, o Taliban bayrağı meselesi, Afganistan bayrağının güya göndere çekilmesi meselesi bütün bu nefreti körükleyen şeyler haline geldi. Göçlerle kurulmuş bir ülkede Göç İdaresi’nin 2012’de kurulması zaten bu konuda hiçbir vizyonunun olmadığına işaret ediyor.
Bundan önce, kışkırtmaların bu anonim hesaplardan yapılıyor olması sende bir şüphe uyandırmıyor mu? Yani sence bu tamamen doğal, kendinden gelişen bir memnuniyetsizlik, yabancı düşmanlığı hareketi mi yoksa bir organizasyon şüphesi var mı, yani gizli bir el diyorlar ya?
Kişisel bir tecrübemi aktarırsam sanırım biraz daha açıklayıcı olabilir. İki yıl önce Saraçhane’de benim de katıldığım “Göçmenler Kardeşimizdir” başlıklı bir eylem olmuştu. Sonra orada yarısı gözüken yarısı gözükmeyen bir pankartta “Türkler defolsun” ifadelerinin yer aldığı ve eylemin Suriyeliler tarafından örgütlendiğine dair paylaşım yapıldı ve bir anda olay patladı. Ve bu fotoğrafın atıldığı dakikalara baktığımızda Twitter, Facebook, Instagram, YouTube ve Ekşi Sözlük’e girilmeleri dakikası dakikasına neredeyse aynı olduğunu görüyoruz. Arada sadece birkaç saniyelik bir fark var. Dolayısıyla, bu kışkırtmaların birileri tarafından organize edildiğini söylemek çok komplo teorisine giden bir şey değil.
Az önce zikrettiğim aşırı sağın temsilcileri olan siyasetçiler bu videoları paylaşıp “işte tedbir almazsanız böyle olur” diyerek ateşe benzinle gitmeyi tercih ettiler. Hatta Mansur Yavaş’ın hiç bu olayları görmeden sadece o öldürülen Türklere taziye yayınlamasını bile sosyal medyayı kanalize ederek gündemi belirleyebildiler. Ve en aşağı 1 milyon takipçileri olan hesaplar, bu kişilerin referans noktası aslında.
Kim olduklarını bilmediğimiz insanlar, ama aşırı sağ ya da yabancı düşmanlığında birleşen hesaplar. Benzer yabancı düşmanlığı sergileyen politik gruplarla muhtemel bağlantıları olabilir ya da sosyal medyada karşılıklı interaktif iletişim var.
Evet, kesinlikle. Hatta sadece Suriyelilere, Afganlara değil görece göçmenler içinde daha makbul kabul edilen Afrikalılar için de organize olmuşlardı. Yaklaşık 6 ay kadar önce olması lazım, Ankara’da yine Somalilerin işlettiği bir restorana yine ülkücü bir grup bıçaklarla saldırmıştı. Yine polisin müdahalesiyle bu engellenmişti. Ama bir şekilde yine sosyal medya üzerinden sürekli harlanan ateş, bir şekilde bir toplumsal kıyıma sebep oluyor. Ve bu tekil örnekler değil, bu kısa konuşmada bile zikrettiğimiz en az 5-6 tane örnek. Talan edilmiş onlarca dükkân, şiddete uğramış bir çocuk bile var. Mesela o da çok şey bir örnek, tecavüz edilip hamile bir kadının boğazı kesilip yanında bir çocuğuyla birlikte öldürülmesi üzerine eşi “bu iki Türk’ün yaptığı, Türk halkının meselesi değil o insanların iğrençliği” diyordu. Dolayısıyla burada bu iki kişi üzerinden gidip “Türkiye tecavüzcülerin ülkesidir” demek nasıl haksızlıksa, Suriyeliler için de aynı şey geçerli.
Bununla birlikte bir de şu da var: 1972’de Rotterdam’da Türklere yönelik kundaklama ve linç girişimleri, yine Almanya Solingen’de 1993’te yaşanan kundaklama olayı. Bunların yine arkasındaki sebeplere bakıldığında, Türkiye basınında 1955’te azınlıklara karşı girişilen benzeri dezenformasyonları görüyoruz. Dolayısıyla medyada anonim olan veya o zaman anonim olmayan birtakım provokasyona sevk eden yalan haberlerin bu kıyımlara sebep olduğu çok aşikâr.
Peki çözüm nedir? İktidarın süreci yönetemediğini söylüyoruz, hükümeti eleştiriyoruz. Peki, o zaman yönetilebilir hale getirmek için ne yapmak lazım?
Bu Solingen’deki hikayeyle bağlayayım bunu. Mesela Almanya, Avrupa’daki göç dalgasıyla görece en iyi yüzleşebilmiş, en iyi kontrol edebilmiş ülkelerden birisi olarak anılır. Ve burada bu Solingen’i de zikretmişken şunu söylemekte fayda var: Bu facianın yaşandığı ev şu an bir müze, dolasıyla burada tarihle yüzleşmek gibi bir seviye var. Bu yüzleşme Türkiye’de çok kabul edilebilir bir şey değil, en azından şu an için maalesef böyle bu durum. Mesela sürekli tarih kendini tekerrür edecek, başka ülkelerde 60 sene, belki 90 sene önce yaşanmış olan olaylar bugün ülkemizde tekrar edecek, aynılarını yaşayacağız. Göçlerle kurulmuş bir ülkede 2012’de Göç İdaresi kuruluyorsa biz her şeyin çok gerisindeyiz demek.
İktidarın ucuz iş gücü için seyirci kaldığı söyleniyor. Türkiye vatandaşlarının çalışmadığı alanlarda Afganları çalıştırmak için yapıldığı ileri sürülüyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Tabi bununla birlikte şu da var: Ben geçen sene Mart ayında Erdoğan’ın sınırlar açıldı dediğinde bir ayımı Yunanistan-Türkiye sınırında Edirne’de geçirmiştim. Ve orada politika şuydu: Orada bütün TSK’sından valiliğine, STK’larına, Yunanistan’a mermi göndermek yerine insan gönderiliyordu, yani karşıya göçmenler bir şekilde botlarla 5 defa, 10 defa, 13 defa gitmeye çalışan göçmenle karşılaşmıştım. Mesela bu elinde devasa bir koz, yani Avrupa Birliği’ne karşı kullanılacak devasa bir koz, göçmenlerin burada duruyor olması uluslararası anlamda böyle büyük bir koz veriyor eline.
Bununla birlikte, yine ekonomideki istihdam meselesinde bu iş gücü açığını doldurma hikayesi var. Fakat bu hiçbir şekilde organize değil, yani Suriyeli göçmenler yine görece Afgan göçünden ya da Afrikalı göçünden ayırt edilebiliyor. Suriyelilerin yüzde 90’ı kayıtlı durumda, içlerinde kaçak yok fakat Afganlar ve Afrikalılar için bunu söylemek çok zor. Ve burada bu niteliği de değerlendirecek bir organizasyon yok. Örneğin Afganistanlılar hayvancılık ve tarımda mahir oldukları için Doğu Karadeniz’e, Doğu Anadolu’ya gönderildiler. Bugün bile Artvin’de, Rize’de 5-6 senedir çay işine giden Afganlar var, göçmenlerin istihdam edilmesi için böyle bir potansiyel var. Fakat devletin bunu bilme kapasitesi ne yazık ki yok. Dolayısıyla bu da bizi nereye götürüyor? En çok itiraz edilen; bu kadar genç adam başıboş dolaşıyor sokaklarda diyor insanlar; bu da gayet haklı. 2012’de buraya gelmiş 10 yaşında bir çocuk diyelim, bugün geldi 20 küsur yaşına ya da 2015’te geldi, yani bu insanlar şu an 20 kusur yaşında artık. Bu insanlara dönük eğitim ve okul sisteminin oturması daha yeni yeni oldu. Çok büyük bir kısmı okula gitmedi ve meslek edinme ya da dil kursuna falan da gönderilmediler, dolayısıyla bu insanlar kayıp nesil oldu. Ve bunun ilk sebebi de bu politikayı yapmayanlar, bu insanların sokakta kalması, sokakta kaldığı için suça yönelmesi; aslında doğrudan doğruya bu ülkeye onları kabul edenlerin sorumluluğunda olan bir şeydi, yani bu vebali onların taşıdığı çok aşikar. Burada bir öfke, kızgınlık, belli ölçülerde haklılık payı olan öfke-kızgınlık arkasında böyle bir sebebi barındırıyor. Çünkü hiçbir göçmen politikası takip edilmedi, doğru dürüst bir kayıt bile alınmadı…
Ayrıca göçmenlerin bayramda ülkelerine gitmeleri ya da Türkiye vatandaşlarının çocuklarını kayıt sırasında okullarda yaşanan yoğunluk, Türk öğrencilerle arasındaki etkileşimin çok azalması; bunların hepsi ev sahibi toplumda göçmenler bizim alanımızı işgal ediyor duygusunu perçinledi. Burada ekonomi planında doğru düzgün bir politikanın üretilmiyor olması, ayrıca istihdam alanında çalışma izinlerinin işverenin inisiyatifine bırakılması, hiçbir şekilde kontrolün olmadığı alanlarda büyük bir kriz yarattı.
Ama bizim elimizde de burada somut bir şey söyleyecek hiçbir tecrübe yok. Şüphesiz ki her bağlamın, tarihsel dönemin kendine özgü problemleri ve çözümleri var. Bu konuda da bu kültürleşmede, entegrasyonda, hatta asimilasyon konusunda bile çok geniş ve olgun bir literatür var. Fakat bu literatürü alıp da politika üreten bir devlet ya da devlet kurumu yok. Hadi onu da geçelim, böyle bir devletin alanı değil de sivil toplumun alanına bakalım. Göçmen çocuklarına meslek edindiren ve entegrasyon süreçlerine hizmet eden çok kıymetli STK’lar var. Fakat bu fonların büyük bir kısmı doğru bilinen yanlışların ötesine gitmiyor. Burada ev sahibi toplumla göçmen toplumun arasında bir köprü görevi gören bir olgunluk seviyesine maalesef erişemedik. Ve bu şiddet eğiliminin giderek tırmandığı bu durumdan çıkmanın yollarını aramak lazım. Çözüm izolasyon gibi radikal önlemler de olabilir.
Şayet insan hayatını koruyacaksa, göçmenlerin insan onuruna yakışır bir şekilde yaşayabilmesini sağlayacaksa, karma mahallelerden zorunlu bir çıkışı bile bir çözüm olarak konuşmak bir sivil toplum mensubu olarak utanç verici olsa da artık savunacağımız bir boyuta geldi. Çünkü artık bu karşılaşmalar kıyımlara gidiyor ve gidecek de öyle gözüküyor. Çünkü burada siyasetçilerin bunu körüklemekten hiçbir şekilde geri adım atmadığı bir durum söz konusu. Tanju Özcan gibi, Fikri Sağlar gibi siyasetçiler maalesef buradaki bir oy potansiyeline oynuyorlar ve bu tutumlarını da sürdürecekler gibi görünüyor.
YASİR BODUR KİMDİR?
Tarlabaşı Dayanışma Platformu başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kurumlarında dezavantajlı gruplarla çalışan Bodur, “Sahra Altı Afrikalı Göçmelerin Sosyal ve Ekonomik Katılımları Üzerine Nitel Bir Araştırma” başlıklı yüksek lisans tezini 2020 yılında tamamladı. Bodur göç ve şehir sosyolojisi alanlarında doktora araştırmalarına devam etmektedir.