Toplumsal travmatik olaylarda derdimiz bize yetmiyormuş gibi bir de hooop yayın yasağı. Ne diyeyim Allah başımızdakilerin inkârına zeval vermesin!
Zaten duygularımıza temas etmek ve bunları dillendirmek konusunda oldukça sıkıntı yaşayan bir milletiz. Yayın yasaklarıyla birlikte var olan gerçekliğin önüne geçiliyor, durumu anlama sürecimiz iyice kesintiye uğruyor ne yazık ki…
Bu sebeple de bazı sosyal medya mecraları ağlama ve öfke duvarına dönmüş durumda. Niye? Çünkü paylaşma ihtiyacımız var. Bu ihtiyacımız görmezden gelindiğinde ise öfke patlamaları yaşıyoruz.
En son Çorlu’daki hazin tren kazası. 24 ölü. Onlarca yaralı. Daha ne olduğunu anlamamışken ve sanırım anlamamaya da devam edelim diye getirilen yayın yasağı…
Neden yayın yasağı getiriliyor üzerine fikir yürütmeyeceğim, buna dair çok fazla yazılıp çiziliyor zaten.
Ben bu tarz yasakların yas tutma süreçlerimize dair olumsuz etkisi üzerinde durmak istiyorum.
Bir aile düşünelim. Bu ailede bir evlat kaybı olsun. Ailenin küçük çocuğu bir trafik kazasında ölsün. Baba eşine ve ailedeki diğer çocuklarına bu evde ağlamanın, kazayla ilgili sorular sormanın, yorum yapmanın ve kazaya ilişkin birbirleriyle konuşmanın yasak olduğunu söylesin. Bu yasaklara uymayanın da cezalandırılacağını ifade etsin.
Baba her şeyin kontrol altında olduğunu, onların düşünmesi gereken bir şey olmadığını, hayatlarına kaldıkları yerden devam etmelerini dikte etsin.
Böyle bir senaryoda aile içinde yaşanan bu kayıp duygusal olarak nasıl işlenir? O yara nereye gider? Öfke, üzüntü ne boyutlarda olur? Aile üyeleri yas tutabilirler mi? Bu sorular ve olası cevapları zihnimizde bir salınsın.
Kayıp kavramının en somut göstergesi ölümdür.
Bireysel veya toplumsal travmalar, kayıplarla birlikte gelir çoğu kez. Ve biz de yaşanılan dış gerçekliği, iç gerçekliğimize adapte edebilmek için bir yas sürecine gireriz.
Yas sürecinin ilk evresi, kaybın meydana geldiği ya da kayıp tehdidini tetiklediği kriz döneminde yaşanılan kederdir.
Yas sürecine giren kişinin zihni ve bedeni kayıp karşısında duraklar, bir nevi şok gibi düşünebiliriz bunu. Ölüm veya kayıp gerçeği “kabul” edilerek, kriz dönemi sona erer. Sonra ise yas dönemi başlar.
Yas döneminin genel kabul görmüş beş evresi vardır.
Bunlar; inkâr, kızgınlık/öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme olarak sıralanabilir.
İnkâr, adı üstünde var olan durumu yok sayma, ortada bir yanlışlık olabileceğini düşünme eğilimidir.
İnkârın ardından gelen öfke ise, inkâr evresinde devreye sokul(a)mayan sorgulamaların devreye girmesi ile başlar, bu sorgulamalar sonucunda ise öfke duyguları kişiye hücum eder. “Bu neden benim başıma geldi”, “neden beni bırakıp gitti” gibi sorular öfke duygusunun dışa vurumu olarak kendisini gösterebilir.
Sonrasında pazarlık evresi. Bu evrede durumun gerçekliği bir ölçüde kabullenilmiş ancak bir ara yol bulma çabası kendisini göstermektedir. “Nasıl çıkış yolu bulabilirim?”
Sonra depresyon evresi. Bu evre çok uzun sürebileceği gibi kısa da sürebilir. Kişinin kişilik özellikleri, kayıpla olan ilişkisi bu evrenin nasıl yaşanacağı hususundaki önemli etkenlerdir. Burada artık durumun idrakına varılmıştır, bundan ötürü de kişi büyük bir mutsuzluk hissetmeye başlar. Hayattan soyutlanma, hiçbir şey yapmak istememe, hayata ve kendisine karşı ilgisizlik hali gibi semptomlar görülür.
En son evre olan kabullenme evresinde ise kişi var olan durumu hazmeder ve hayat artık onun için normal akışına döner.
Yas tutma sürecimizde fiziksel olarak kaybedilen kişiyle duygusal olarak ilişkide kalmayı sürdürürüz. Yani o kişiye dair zihinsel tasarımımız devam eder.
Artık dışarıdakiyle değil de içeridekiyle derdimizi çözmeye çalışırız. Bu süreç neticesinde kaybedilen kişinin tasarımıyla özdeşim kurarız. Suçluluk, öfke, özlem gibi binbir duygu hissedebiliriz. Bunlar çözümlendiği zaman ise artık yeni nesnelere yatırım yapabiliriz. Ancak çözümlenmediğinde ise patoloji geliştiririz ve ruhsal olarak zehirlenmeye başlarız.
Şimdi kaba taslak olarak ifade etsem de yasın evreleri bu şekilde ilerlerken, iktidar tarafından getirilen bazı yasaklarla birlikte inkâr aşamasında takılı kalıyoruz.
Elbette her travmatik olayda böyle olmuyor. Medya bazı toplumsal travmatik olayları gözümüze gözümüze sokarken, bazılarıyla ilgili ciddi bir yok sayma ve yok sayılma sürecine dahil oluyoruz.
Halbuki acı acıdır, travma da travma. Acının mezhebi, coğrafyası, dini, dili olmaz.
Yas konusunda yaşanılan bu toplumsal davranış paternleri elbette iktidarın uyguladığı yasakçı-engelleyici politikalar sonucu gelişiyor.
Ancak bir noktada toplumsal davranışların bireysel davranışlarımızla çarpıştığı bir alan var. Oraya dikkat çekmek istiyorum. İşte orada karşılaştığımız şeylerden biri inkâr.
Var olan problemlerle yüzleşmekten kaçınma, duyguya temas edememe, görmezden gelme… Ve bunların sonucunda da kabullenmeme, duygusal patinaj çekme, hep günah keçisi arayıp bulma ve kendimizle dış dünya arasında bir zırh oluşturma.
Ve bunların nesilden nesle aktarılması… İşte en hazini de bu olsa gerek.
Ruhsal veya fiziksel coğrafyamız, kaderimizi ne yazık ki böyle belirliyor.
Kişilerin her acıdan ve kayıptan sonra birbirlerinden haber alma, olayı doğru bir şekilde öğrenme, acıyı paylaşma ve öfkelenme/üzülme hakları vardır. Bunun sonucunda da kendi düşünce ve duygularının sorumluluğunu alma yetkileri de… Çünkü insan olmak bunları gerektirir.
Bu durum birtakım “otoriteler” tarafından bastırıldığı zaman ise bitmeyen yaslar içerisinde devinip duran, sürekli güç kaybeden, öfkesini nereden çıkaracağını bilemeyen insanlar topluluğu oluşur.
Yani balık baştan kokar. Yazının başında verdiğim aile örneğinde olduğu gibi…
Böylelikle de kendimize kendimizden bir cehennem yaratırız.
Dilerim ki Sivas Katliamı, Suruç Katliamı, 15 Temmuz gibi birtakım toplumsal travmalarımızın yıl dönümü olan şu günler, -ki her gün başka bir travmanın yıl dönümü olabiliyor şu topraklarda- bu cehennem üzerine düşünmeye bir vesile olsun.