Ağızlarından çıkan her kelime, bu topraklarda, geçmişte yaşanan tüm acılara, tüm kötülüklere rağmen filizlenmeye devam eden bir arada yaşama arzusuna, eşitlik, özgürlük hayaline ne denli yabancı olduklarını düşündürüyor. Kadınların, kadın hareketinin böyle güçlü, genç nüfusun bu kadar çok, dünyaya bu denli açık olduğu bir ülkede; köhnemiş, başka çağlara, başka kafalara ait bir hamasetle, gençlere, kadınlara ve bu ülkenin aydınlarına sürekli olarak tepeden bakan ve hakaret eden bir siyaset diliyle, durmaksızın konuşuyorlar. Her gün, her akşam, her kanalda, her mecrada konuşan “yaşlı erkek siyaseti”, gençlere ve biz kadınlara ne olduğumuzu ve ne olmamız gerektiğini söyleyip duruyor. Gençleri analarına, anaları ise kocalarına emanet eden nutuklar atarken, her yerde ve elbette sandıkta da, sadece ve sadece onların bizim adımıza düşünen aklına itaat etmemizi istiyorlar. Sizi bilmem ama bana gına geldi. Çirkin yüzlerini görmeye, çatlak seslerini duymaya ne zamandır tahammülüm kalmadı.
Haksızlık etmeyelim, burada “yaşlı erkek siyaseti” derken kast ettiğim ne yalnızca biyolojik erkeklikle ne de yaşla ilgili. Daha çok, biyolojik olarak erkek olsun olmasın, söz söyleyenin kendine atfettiği otorite ve bu otorite ile neleri yapmaya kadir olduğuna dair algısıyla ilgili. Her şeyi bilme, her şeyi yapma ve bir tür her şeyi kendine hak görme hali… Ama daha çok da başkalarına ne olduğunu ve ne yapacağını dikte etme, mesela gençler ve kadınlar için, onların adına neyin iyi olduğunu tespit etme ve emretme özgüveni…. Siyaset alanında bu hal ve tavrın sahipleri çoğunlukla erkek ve çoğunlukla orta yaşın üzerinde oldukları için “yaşlı erkek siyaseti” diyorum. Ama biri çıkıp da peki ya Özlem Zengin’i nereye koyacaksın, derse, benim gözümde onun yeri de aynı.
İşte bu “yaşlı erkek siyaset”in en tipik özelliği, “gençlerimiz” ve “kadınlarımız”dan konuşmaktan pek keyif alması. Bu kelimelerle… Ağızlarını yaya yaya “kadınlarımız” ya da kimsenin bilmediği bir sır verecekmiş gibi hafif kısık bir sesle “gençlerimiz” diyorlar. Onlar ki, kimin karanlık yapıların ağına düştüğünü, kimlerin heba edildiğini, kandırıldığını, kimin marjinaller ve terör örgütleri tarafından kullanılmakta olduğunu hep en iyi bilirler. Misal, Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri, üniversite yönetiminin demokratik usullerle belirlenmesi gibi makul bir talebi, bir buçuk aydan bu yana barışçıl yollarla ve Anayasa’da tanımlanan protesto hakkını kullanarak dile getirmeye devam ediyorlarsa, bunu kendileri ve gelecek nesiller için daha demokratik, daha özgürlükçü bir ülke istedikleri için yapmıyorlardır. Bir kere, zaten daha demokratik ve özgürlükçü bir ülkenin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini onlar bilemezler. Hadi, cahil cesareti diyelim, çıktılar, biz atanmış değil seçilmiş rektör istiyoruz, dediler. Dediyseler, “marjinal örgütler ve onların militanları” öyle istediği için demişlerdir. Çünkü bu öğrenciler ve aslında genel olarak “gençlerimiz” kolayca gaza gelmekte, hemencecik kandırılmakta ve terör örgütlerinin ağına düşebilmektedirler. Onlar anlamaz, kendi başlarına muhakeme edemezler. İşte bu yüzden, başta Cumhurbaşkanımız ve İçişleri Bakanımız olmak üzere devlet büyüklerimiz, onları defalarca uyarmak zahmetine katlanmak zorunda kalırlar. Bu uyarıların dozu ve biçimi çeşitlilik arz eder. Ne de olsa gençtir, kolayca sıkılır, çeşitlilik, değişiklik ister: Kimi zaman ağır silahlı şafak baskınları, kimi zaman kampüs içinde gazlı, gözaltılı polis müdahalesi, kimi zaman güpegündüz kaçırıp gerekli uyarılar yapıldıktan sonra müsait bir yere bırakmalar... Ara sıra ibretlik tutuklamalar da yapılır ki, gençlerimiz taleplerinde ısrar ederlerse ne denli marjinal tedbirlerle karşılaşacaklarını idrak etsinler. Gene de zordur, inat ederler, anlamazlar; bu yüzden işi sağlama almak ve bu gençlerin ebeveynlerine “çocuğunuza sahip çıkın” diye mektuplar göndermek gerekir.
Bu gençlerimizin ömründen daha uzun süredir iktidarda olan sayın Cumhurbaşkanımız da, sırf bu sebeple, geçtiğimiz cuma günü Adana Stadyumu'nun açılışına canlı bağlandığında gençliğinde spora gönül vermiş bir insan olarak, gençliğin enerjisini spora sevk etmenin ne denli önemli olduğunu vurgulamıştır. Bir kere eskiden, yani AKP’nin iktidar olmadığı zamanlarda, “gençlerimizin enerjileri çatışmalarla, gerilimlerle, ülkemize hiçbir yararı olmayan tartışmalarla” harcanmaktadır. İşte bu sebeple, Cumhurbaşkanımız “ailelerimizden evlatlarına sahip çıkmalarını istirham” etmektedir.
Aslında, Cumhurbaşkanı, gençlere ailelerinin iradesine itaat etmekle “terör örgütlerine figüran olmak” dışında bir varlık alanı tanımayan, onları kendi kararlarını veren, düşünen bireyler olarak görmemekte ısrar eden bu siyasette yalnız değildir. Ondan birkaç hafta önce, Cumhur İttifakı'nın baş ideoloğu Devlet Bahçeli de “muhterem analarımız”a seslenmiş, “evlatlarınıza siz sahip çıkın” demişti. Öğrenciler Boğaziçi Üniversitesi’nde “terör örgütlerinin yasa dışı eylemlerinde kullanılmakta, alenen istismar edilmekte”dirler. Aslına bakarsanız, Bahçeli’yi “analara” seslenmeye iten, bir gün öncesinde Ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da benzer şekilde Boğaziçi eylemleriyle ilgili olarak ailelere hitap etmesidir: Kılıçdaroğlu, paylaştığı sosyal medya mesajında “Ben bu akşam sevgili öğrencilerimize değil, onların anne ve babalarına seslenmek istiyorum. … Ve bizler aklıselim sahibi olmak zorundayız. Sağduyuyla hareket etmek zorundayız. İktidarın değirmenine su taşımamak zorundayız.” demektedir. Bahçeli de, muhtemelen kendisinden önce Kılıçdaroğlu’nun gençler yerine ailelerini aklıselime davet etmesine içerlemiş, ailelere “evlatlarınızı Kılıçdaroğlu’nun eline bırakmayın” çağrısı yapmıştır.
İktidarıyla muhalefeti, gençleri korumak adına onların ailelerine seslenme konusunda ağız birliği yapmışken, haftanın birkaç günü televizyon kanallarında konuşmayı seven İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da bu tablodaki yerine almaktan geri kalmadı elbette. Cumartesi günü katıldığı televizyon programında gururla, başında bulunduğu emniyet teşkilatının ailelere seslenmekten çok daha ötesini yaptığını açıklıyordu: Bakanın aktardığına göre, “Emniyet, Boğaziçi eylemlerine katılan 150 gencin ailesini aramış, “Bakın terör örgütleri bu işe girdi, ne olursunuz siz de yardımcı olun, çocuklarımızı buradan çekip çıkaralım” demişti. Soylu’ya göre aileler bir anda “çocuklarımız” oluveren bu gençlerle ilgili uyarıya teşekkür ederek yanıt vermiş, “bazı ideolojik aileler ise siz bu işe karışmayın” demişti. Bu “bazı ideolojik aileler” ile emniyet arasında ne gibi bir konuşma geçtiğini bilemeyiz ama “benim evladım yetişkin bir insan, ben ona ne yapacağını, nereye gideceğini söyleyemem” diyenler de vardı muhtemelen içlerinde. Aynı konuşmasında Soylu, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Üstün Ergüder’e “bu ahlaksızlığın dibidir” sözleriyle hakaret ediyor, tıpkı Cumhurbaşkanı gibi adını anmadan “Kavala’nın eşi” diye hitap ettiği Profesör Ayşe Buğra’yı “Boğaziçi Üniversitesi’ne konuşlanmakla suçluyor”, HDP’li kadın milletvekillerini suçlayan açıklamalarda bulunuyordu.
Ancak bu sefer, İçişleri Bakanı’nın sözleri alışageldiğimiz gibi yalnızca belli bir ideolojiyle, belli bir politik görüşle işaretlediği kişilerle sınırlı kalmıyor, muhafazakâr ideolojinin kendine biçtiği rolü kabullenmeyen tüm kadınları hedefine alıyordu. İçişleri Bakanı öyle bir cümle kurdu ki, adeta iktidarın gençlerle ve kadınlarla mücadelesinde yeni bir aşamaya geçildiğinin müjdesini veriyordu: Kadın-erkek ilişkilerinde, kendi deyişiyle “Avrupa ile bir noktada özdeşleşen”, yani bizim anlayacağımız kadın ve erkek arasında eşitlikçi ilişkileri öngören, aile içinde de dahil olmak üzere kadının haklarını gözeten her türlü yaklaşımı, mücadeleyi terör örgütü ile ilişkili/iltisaklı olmakla suçlamasına imkân sağlayacak bir yeni aşama. İçişleri Bakanı, açıkça ve tereddüde yer vermeksizin “PKK bir kadın örgütüdür. Ailenin yapısı oradaki kadındır... Kadını başka bir noktaya taşıyabilmek için bunu istismar etmiştir” diyordu.
Bu konuşmanın bir gün öncesinde, yani Adana’daki stadyum açılışında gençlerin ailelerine hitap ettiği gün, partisinin kadın kolları kongresine de canlı bağlantı ile katılan Cumhurbaşkanı, “televizyonu ile, filmi ile, müziği, dizisi ile ve interneti ile daha nice mecralarıyla ailemize yönelik çok büyük operasyonlar çekiliyor” diye uyardığı kadınlara ve kızlara Fatihler doğurma görevini veriyordu. Aynı kadınlar, Fatih doğurmaktan arta kalan zamanlarında, siyaset yapmakla değil, ama sandıklara sahip çıkmakla yükümlü olacaklardı. Geriye kalanların, yani çocuk doğurmayıp AKP’nin sandık bekçiliğini üstlenmeyen, bir ailenin parçası, birinin anası, bacısı, kızı olarak değil, kendi iradesiyle hareket eden, kendi kararlarını alan bireyler olarak var kalmak isteyenlerin ne olacağını ise, her şeyi bilen erkek siyasetin bir diğer sözcüsü Süleyman Soylu, bu konuşmanın hemen ertesi günü ilan etmiş oldu.