-Bana mı dediniz? diye sordu.
Tam karşısında oturan yorgun adam başlangıçta ağzının içinden anlaşılmayan kelimeler mırıldanır gibiydi. Zihninde dönen kelimeler, sanki iradesinin dışında dudaklarını aralıyor, dişlerinin arasından ıslığa benzeyen bir fısıltıyla süzülüyordu.
Önce anlaşılmaz heceler ve ünlemler gibi gelen sesler bir süre dikkatli dinleyince bildik kelimelere dönüşüyordu. Başka bir yere geçmeyi düşündüyse de akşamın bu saatinde oturacak yer bulmuş olması bile büyük şanstı. Görünüşüne bakılırsa tehlikeli birine benzemiyordu. Belki işten biraz geç çıkmış bir memur; bakanlıkların birinde gelen evrakları kaydeden ya da getir götür işlerini yapan alt kademe bir çalışandı. Bir derdi olmalı, diye düşündü. Adam, ara ara sesini yükseltmeye başlamıştı. Kelimeleri ise artık daha net seçiliyordu. “Yassah” diyordu. “Yassah, kardeşim yassah!” Başını iki yana sallıyor, gözünün önünde uçuşan küçük sinekleri kovalamak ister gibi elini yüzüne götürüyor, kısa bir an susuyor, sonra konuşmaya devam ediyordu.
Tedirginliğini belli etmemeye çalışarak dışarıyı seyretmeye koyuldu. Camlar yağmurdan buharlanmıştı. Karanlıktan başka bir şey görülmüyordu. Sırt çantasından arkadaşının armağan ettiği kitabı çıkarıp okumaya karar verdi. Edebiyatsever arkadaşı, klasiklerin pek çoğunu okumadığını öğrenince bugün ona bir kitap getirmişti. Eğer bu kitapla meşgul olursa, adam onunla ilgilenmediğini, hatta ondan haberdar bile olmadığını düşünecekti. Fakat kitabı çıkarmasıyla çantasına koyması bir oldu. Her ne kadar bir roman olsa da, provokatif bir başlığı vardı: “Savaş ve Barış”. Aklına gazetede okuduğu haber geldi. Cep telefonundan haberleri okuyan yolcuyu arkasındaki sırada oturan başka bir yolcu ihbar edip tutuklatmıştı. Hassas günlerden geçiyorduk sonuçta. Her an her şey olabilirdi. Başını cama yaslayıp öylece uzaklara dalmış gibi, hatta uyuklarmış gibi yapmaya karar verdi.
Ne var ki adam, artık ona ve belki otobüsteki diğer yolculara hitaben konuşmaya başlamıştı. Sesini yükseltiyor, bir hatip edasıyla ve inişli çıkışlı bir tonlamayla duraksıyor, iç geçiriyor, cevabını beklemediği sorular yöneltiyordu. Baştaki anlaşılmaz sayıklamaların yerine dinleyicilerine seslenen bir hatibin kendinden emin cümleleri almıştı.
-Size barış istemek yassah. İşten atarız, üzerine bir de dava açarız. Daha fazlasını söylerseniz hapse de atarız. Bize bakmayın, biz aklımıza gelen her şeyi isteyebiliriz. Bize hak; size müstehak!
Bu sözleri duyunca, istençsizce başını adamdan yöne çevirdi.
-Pardon, bana mı söylüyorsunuz? diye sordu.
Adam ona bakıyor, ama onu görmüyor gibiydi. Kalın kaşlarının altındaki küçücük gözleri iyice kısılmıştı. Bir anlığına göz göze gelince, kendinden emin bir edayla konuşan bu adamın o kadar da önemsiz biri olamayacağına karar verdi. Adam devam ediyordu.
-Bakın, mesela hayatınızı nasıl yaşayacağınızı, ne zaman ve kaç yaşında evleneceğinizi biz biliriz. Zinaya kalkışırsanız nasıl cezalandırılacağınızı, nasıl iyi ve makbul bir eş olacağınızı, hayattaki birinci vazifenizin ve temel işlevinizin çocuk doğurmak olduğunu, onu da nasıl doğuracağınızı biz biliriz. Sigara, içki içmeyeceğinizin (bu kelimedeki olumsuzluk ekini üzerine basa basa telaffuz ediyordu), hangi renkteki toplu taşıma araçlarına bineceğinizin ve hava karardıktan sonra sokakta olamayacağınızın kararı bize ait; biz biliriz, bize hak. Ne giyeceğiniz ve ne giyerseniz davetkâr olacağınız konusunda ahkâm kesmek de bize hak. Buyurun. Kız çocuklarınızı nasıl yetiştireceğinizi belirlemek, kız ve oğlan çocuklarınız istismara uğradığında çocuğun rızasının olup olmadığını soruşturmak, takım elbise giyen tacizciye iyi hal indirimi vermek, dilersek kurbanıyla evlenme şartıyla serbest bırakmak, dinen kaç yaşındaki çocukların, evet “çocukların” evlenebilmesinin caiz olduğuna karar vermek, hep bize hak. Neyin milli, neyin gayr-ı milli olduğuna da biz karar veririz. O mevzuya hiç girmeyin, size yassah.
Tahmin ettiğinden daha uzun boylu görünüyordu şimdi adam. Üzerindeki takım elbisenin pek de eski püskü olmadığını fark etti. Hatta yeni sayılabilirdi. Koyu renk takımını yeşil bir kravatla tamamlamıştı. “Böyle bir adamın otobüste ne işi var?” diye düşündü.
Adamın ses tonu giderek daha tehditkâr bir hal alıyordu. Kötü başlamış bir mesai gününde yanında çalışan memurları toplayıp azarlayan bir amir gibiydi.
-Eleştirmek size yassah. Hele de otobüste, metroda yanınızdakiyle konuşuyorsanız, whatts’upta yazışıyorsanız külliyen yassah. Sakın ha!
Otobüse artık sessizlik hâkimdi. Herkes adamı dinliyordu. Cep telefonuyla uğraşan birkaç kişi telefonlarını alelacele ceplerine, çantalarına kaldırdılar. Bir kadın, yanındaki genci kulaklığını çıkarması için usulca dürtüyordu.
-Her yerde elimiz, gözümüz, kulağımız ve durumdan vazife çıkaran muhbir vatandaşlarımız var. Eyvallah. Sosyal medyayı zaten unutun. Yazamazsınız. Yazdıysanız da yazdıklarınızı silin. Bir de korkun. Acaba bundan beş yıl önce bizlerin de beğendiği ama şimdi hiç hoşlanmadığımız bir şeyler yazmış olabilir misiniz? Canımız isterse bunları arayıp bulur ve size karşı kullanırız. Biliyorsunuz. Ama bize bir şey demeyin, özgürlüğümüzü kısıtlamayın, sakın. Biz dilediğimizi konuşabilir, yazabiliriz. Bu bizim ifade özgürlüğümüz. Yüksek sesle dilediğimiz gibi konuşabilir, hatta küfürlü de konuşabiliriz. Bize hak. Size müstahak!
Gideceği yere daha çok vardı. Yine de ilk durakta inmeye karar verdi. Belki de durağa varmadan oradan kalkmalı, kapının yanında direğe tutunmaya çalışan kalabalığın arasına karışmalıydı. Yerinden kalmak için bir hamle yaptığında adam iyice hiddetlendi.
-Kimse yerinden kıpırdamasın, diye haykırdı. Yassah kardeşim. Size görüşlerinizi açıklamak yassah! Eğer bizden biri değilseniz, hiçkimsesiniz. Gelecek seçimlerde şuna oy vereceğiz, şu nedenle, demeyin. Derseniz, hemen bu ya da şu görüşün ülkemizin içinden geçtiği zor zamanlarda ne kadar da bize yabancı, ne kadar da haince, ne kadar da marjinal olduğunu söyleyiveririz. Susar kalırsınız öyle dut yemiş bülbül gibi. Kendiniz susmazsanız, susturmayı da biliriz. Kimse bir şey diyemez. Neden? Çünkü bu ülkede demokrasi var. Biz demokrasiye aşığız. Gücümüzü milletimizden alıyoruz.
Adam artık ayaktaydı. Dinleyicilerini teker teker süzüyor, arada bakışlarını bir gence ya da orta yaşlı bir kadının üzerine sabitliyor, giderek heybetli bir hal alan bedenini öne doğru eğerek konuşmaya devam ediyordu. Bazı yolcular, söylediklerini onaylarca başlarını sallıyorlar, bazıları her cümlesinin ardından alkış tutuyordu. Bazıları ise koltukta ne kadar az yer tutarlarsa, adam tarafından o kadar görünmeyeceklerini düşünerek iyice büzüşüyorlardı.
-Bize, sizlerden düşmanlarımızmışsınız gibi söz etmek hak. Biz müsaade ettiğimiz, bu hakkı bahşettiğimiz için hâlâ buralarda yaşayabiliyorsunuz. Sizi sivil ölü yapmayı da biliriz. Siz ise bize karşı hep saygılı ve ölçülü olacaksınız. Biz zamanında çok çektik, çok eziklendik. Şimdi sıra sizde. Siz de ezilip büzüleceksiniz ki biz huzura erelim.
Otobüs yağmurun da etkisiyle kalabalıklaşan trafikte adım adım ilerleyebiliyordu. Yolculuk hiç bitmeyecek, bütün yolcuları tahakkümü altına alan bu adam hiç susmayacakmış gibiydi. Daha fazla dayanamayacaktı. Ayağa kalkmak için bir hamle daha yaptı. Adam şaşırmıştı; sustu. Onu ilk kez görür gibiydi. Belki de başından beri karşısında oturan bu yolcuyu gerçekten ilk kez görmüştü. Adamın bu şaşkınlığından yararlanarak herkesin duyabileceği şekilde, yüksek bir sesle sordu:
-Pardon ya, siz kimsiniz?